Category Archives: hormonlar

D Vitamini ve Obezite Bağlantısı

Obeziteyle düşük D vitamini seviyeleri arasında bağlantı olduğunu biliyor muydunuz?

Yapılan araştırmalar, obez kişilerde D vitamini seviyelerinin düşük olduğunu gösteriyor. Hatta aşağıda detaylarını göreceğiniz teoriye göre, D vitamini eksikliği obezitenin ve metabolik sendromun kaynağı olabilir. Metabolik sendrom, kalp hastalığı ve şeker hastalığı gibi kronik hastalıklara neden olan ve aşağıdaki risk faktörlerini kendilerinde barındıran kişileri temsil eder. Eğer aşağıdaki risk faktörlerinin en az üçüne sahipseniz, kalp hastalığı ve şeker hastalığına yakalanma riskiniz yüksek demektir:

  • Erkeklerde 102 cm, kadınlarda 88 cm’den daha geniş bel ölçüsü
  • Trigliserid (kandaki yağ) oranının 150mg/dl’den fazla olması
  • Erkeklerde 40mg/dl, kadınlarda 50mg/dl’den daha düşük HDL kolesterol düzeyi (İyi huylu kolesterol olarak bilinen HDL kolesterol, kötü kolesterol denen LDL kolesterolü düşürmekle görevlidir)
  • 130/85 den daha yüksek kan basıncı
  • 110 mg/dl’den daha yüksek kan şekeri

D vitamini eksikliğinin obezite ve metabolik sendroma yol açtığını savunan bilim adamlarına göre;

Geniş bedene sahip olmak, soğuk iklimde yaşamaya maruz kalmış atalarımıza büyük bir avantaj yaratıyordu, çünkü vücuttaki ekstra yağ depoları yiyecek kıtlığının olduğu ortamda işe yarıyordu. Bankadaki para gibi yani…güvenlik marjı. 🙂

Obezite nedeniyle ortaya çıkan metabolik sendrom da, soğuk kış ikliminde kan basıncını ve kan şekerini yüksek tutarak, insanların vücut ısılarını yüksek tutmalarına yardımcı oluyordu. Dolayısıyla, obezite ve metabolik sendrom tepkisi aslında vücut sistemlerinin kış mevsimine uyum tepkisiydi. Bu tepkiyi tetikleyen en önemli etki de, kışın yaklaşmasıyla beraber düşen D vitamini seviyeleri.

Bu teorinin savunucularına göre, D vitamin seviyelerini düzelterek obeziteyi tedavi etmek mümkün.

Yapılan diğer araştırmalar da, D vitamini eksikliği ile obezite ve karın bölgesinde yağlanma arasında bir bağlantı olabileceğini, D vitamini seviyeleri arttırıldığında kilo verme çabalarının kolaylaştığını gösteriyor. İşin ilginç tarafı, yeni yapılan bir araştırmanın sonucunda, kilo veren kişilerde D vitamini seviyelerinin arttığı görüldü.

D Vitamini neden bu kadar önemlidir?

Pek çok insan, D vitamininin sadece kemik gelişimi için gerekli olduğunu sanır. Aslında D vitamini, vitamin olmasının ötesinde, vücutta inanılmaz işlevler gören bir hormondur. D vitamini, vücuttaki herhangi bir hormondan daha güçlü olmakla beraber, genetik şifreyi ve dolayısıyla sayısız fizyolojik işlemi tek başına kontrol eder. D vitamini, cildin güneşe maruz kalması sırasında, cilt tabakasında aktif hormon formuna dönüştürülür. Bu hormonun vücutta yetersiz miktarda olması, D vitamini eksikliğiyle ilintili sayısız hastalığa ve sonuçta ölüme neden olabilir. D vitaminin bağışıklık sisteminde yarattığı mucizevi işlevler sayesinde, sayısız enfeksiyon tehlikesine karşı savunma olarak 200’ün üzerinde antimikrobiyal madde üretilir. Daha da fazlası, D vitamini aktif hormon formu olan “calcitriol” a dönüştürüldüğünde, organlar tarafından hücre yenilenmesinde, özellikle kanser hücrelerinin yarattığı hasarın onarılmasında kullanılır. Vücudunuzda her gün en az 100.000 kanser hücresinin düzenli olarak ortaya çıktığını düşündüğümüzde, D vitaminin ne kadar önemli olduğunu hatırlamak zor olmaz.

Özetle… D vitamini eksikliği aşağıdaki sorunlara yol açabilir:

  • Obezite ve metabolik sendrom
  • Kanser
  • Kalp hastalığı
  • Kısırlık
  • Grip, soğuk algınlığı
  • Solunum sistemi enfeksiyonları
  • Depresyon
  • Çocuklarda kemik gelişiminde aksaklıklar

D vitaminin kaynakları nelerdir?

  • Güneş (Vücudunuzun herhangi bir bölgesinin, günde 15 dakika güneşe maruz kalması sonucu D vitamini ihtiyacınızı karşılayabilirsiniz. Bu nedenle yaz aylarında güneş losyonuyla yıkanmadan önce 15 dakika güneşte bekleyin. Tüm gün güneşte yatmakla daha fazla D vitamini depolayamayacağınızı da belirtmek gerek. Vücut ihtiyacı olan miktardaki D vitaminini güneşten tedarik ettikten sonra, otomatik olarak deri tabakasındaki alıcıları kapatır.)
  • Yağlı soğuk su balıkları (Somon, ringa balığı, alabalık, uskumru, sardalya ve ton balığı)
  • D vitaminiyle desteklenmiş besinler ya da D vitamini tabletleri (süt, meyva suları, kahvaltı gevrekleri vs.) – ♦Besinlere ek olarak konan sentetik D vitaminin, doğal yollarla güneşten aldığımız D vitaminiyle aynı olmadığını söylemekte fayda var. Eğer bu besinlere ya da D vitamini tabletlerine güveniyorsanız, hem cebinizden çok para çıkıyor demektir, hem de yetersiz ya da toksik miktarda D vitamini alıyor olabilirsiniz.)

Güneş yoluyla gereğinden fazla D vitamini alma imkanınız olmamasına rağmen, sentetik yolla alınan D vitaminin, belli bir miktardan sonra toksik olabileceğini unutmayın.

D vitamini toksisitesinin yan etkileri:

  • Gereğinden fazla susama hali
  • Ağızda metalik tat
  • Düşük iştah
  • Kilo kaybı
  • Kemiklerde ağrı
  • Aşırı yorgunluk
  • Gözlerde iltihap ve ağrı
  • Deride kaşıntı
  • İshal ya da kabızlık
  • Kas problemleri

Aşağıdaki hastalıklara sahip olan kişilerin, D vitamini hapları almadan önce doktorlarına danışmaları gerekir:

  • Kanda yüksek oranda kalsiyum ve fosfor olanlar
  • Kalp rahatsızlığı olanlar
  • Böbrek rahatsızlığı olanlar
  • Sarkoidoz ve tüberküloz hastalığı olanlar

Leave a comment

Filed under hormonlar, Kalp sağlığı, mucizevi besinler, obezite, vitamin/mineraller, şeker hastalığı

Karaciğer problemi kilo verememenizin nedeni olabilir

Karaciğer fonksiyonu ile kilo dengesi arasında çok yakın bir ilişki bulunduğunu biliyor muydunuz? Yanlış beslenme sonucu oluşacak karaciğer yağlanması nedeniyle, en sıkı rejimlerle dahi kilo verememek mümkün olabilir.
Karaciğerin vücuttaki fonksiyonları nelerdir?
Karaciğer, vücudun en fazla mesai yapan organıdır. Yediğimiz, içtiğimiz, soluduğumuz, deri yoluyla dokularımıza nüfuz eden her şey karaciğer sayesinde filtreden geçirilerek toksinlerden arındırılır. Yağ moleküllerinin sindirimi için elzem olan safra, karaciğer tarafından salgılanarak, safra kesesinde muhafaza edilir. Düzenli safra üretimi olmaksızın, yağların sindirilmesi mümkün olamaz. Vücudumuzun kalsiyumu ve pek çok vitamini absorbe edebilmesi için, düzgün safra üretimine ihtiyaç vardır. Bu da karaciğer sayesinde gerçekleşir.
Karaciğer aynı zamanda sindirim sistemini uyararak, kabızlığa karşı koruma sağlar. Vücuda besin, ilaçlar ve hava yoluyla giren toksinler, safra yoluyla dışarı atılır. Karaciğerin gereğinden fazla toksine maruz kalması sonucu, safranın yapısı koyulaşarak, dokularda tıkanıklığa neden olabilir. Bu durumda, sindirim için safraya ihtiyaç duyan yağ molekülleri parçalanamaz ve yağ metabolizması sekteye uğrar. Sonuç: Kilo alımı. 😦
Karaciğer, kilo kontrolüyle direk bağlantılı olan hormonların ve metabolizma hızının kontrol edilmesinden sorumludur. Karaciğerin aksak işleyişi, metabolizma hızının normalin altına düşmesine neden olur. Metabolizma hızı yüksek performans düzeyinde kaldığı sürece, vücut hangi kiloda kalması gerektiğini ve o noktaya nasıl geleceğini bilir. Karaciğeriniz sağlıklı çalıştığı sürece tabiki…
Uzun sözün kısası…
Karaciğer gereğinden fazla yük altına girdiğinde, ideal kiloya ulaşmak mümkün olmayabilir.
Karaciğer fonksiyonunu aksatan etkenler nelerdir?
  • Yüksek karbonhidrat, yüksek protein ve yağ oranlı beslenme stili (Bolca işlemden geçmiş, rafine edilmiş besinler, yağda kızarmış besinler, vitamin-mineral ve enzim açısından yoksun olan besinler de bu gruba dahildir)
  • Aşırı miktarda yemek yemek (Karaciğerin gereğinden fazla çalışması nedeniyle karaciğer yorgunluğuna neden olur. Karaciğer, tüketilen besinlerdeki toksik maddeleri arındırmakla sorumlu olduğundan, karaciğer yorgunluğu vücutta aşırı toksik madde birikime neden olur. Bu da doğrudan aşırı kilo alımına yol açar.)
  • Kafein, sigara, çikolata, beyaz şeker, alkol, yapay tatlandırılar. (Bu maddeler, karaciğerin fonksiyonlarının aksamasına neden olurlar. Kalorisiz yapay tatlandırıcılar, diyet endüstrisi tarafından sıkı bir şekilde pazarlanmasına rağmen, uzun vadede kilo alımına neden olurlar. Nasıl mı? Yapay tatlandırıcılar doğrudan karaciğerde metabolize edilirler. Bu durumda karaciğer, yağ metabolizmasını askıya alarak, yağ moleküllerinin tam olarak parçalanamadan kana karışmasına neden olur. Ya da yağlar karaciğerde yağ dokuları olarak uzun süre stoklanırlar.)

Karaciğerde oluşan fonksiyon bozukluğu vücutta nelere mal olur?

Çok miktarda alkol kullanımı, uzun süreli ilaç kullanımı ve kötü beslenme alışkanlıkları (özellikle yüksek yağ ve protein kaynaklı beslenme stili) nedeniyle karaciğerin suistimale uğraması sonucunda, karaciğerde “enflamasyon tepkisi” oluşabilir. Karaciğerin kendini koruma adına yarattığı bu tepki sonucu, karın boşluğunda “assit” denilen “dokularda sıvı toplanması” meydana gelir. Mide bölgesinde yoğunlaşan sıvı dokusu nedeniyle, “bira göbeği” adı verilen durum oluşur. Kilo problemi olan kişiler için bu durum son derece can sıkıcı olabilir, çünkü hiçbir egzersiz programı bu bölgedeki göbek oluşumunu eritemez. Doğal yöntemlerle verilemeyen kilolar nedeniyle, diyet haplarına başvuran kişilerde karaciğer daha da zarar görerek, durum içinden çıkılmaz hale gelebilir.

Yanlış beslenme stili, özellikle çok yüksek oranda protein ve yağ içeren “Atkins diyeti” nedeniyle karın bölgesindeki dokularda daha da fazla miktarda “sıvı toplanması” oluşabilir.

Normal karaciğer fonksiyonu olmaksızın, yağ yakımından sorumlu olan hormonların aktive edilmesi mümkün olmayabilir. Örneğin, metabolizma hızını belirleyen, ancak tiroit bezi tarafından ilk salgılandığında inaktif durumda olan  “T4 tiroit hormonunun“, aktif versiyonu olan “T3 tiroit hormonuna” çevrilmesi karaciğer sayesinde gerçekleşir. Karaciğer gereğinden fazla strese maruz kaldığında, bu işlem aksamaya başlar ve yavaş çalışan metabolizma nedeniyle, yağ metabolizması sekteye uğrar.

Karaciğer aynı zamanda, yağ metabolizmasından sorumlu diğer hormon olan “IGF büyüme hormonunu” üretir. Bu hormon, gece uykusunda düşen kan şekerini kontrol ederek, yağ dokularındaki yağı eritmekle görevlidir. Karaciğerin normal işlevinin aksadığı durumlarda, bu hormon yeterli miktarda üretilemediğinden, yağ depolarından enerji çıkışı sağlanamaz. Gereğinden fazla düşen kan şekeri sonucunda da, yataktan kalktıktan itibaren yorgunluk ve sinir bozukluğu yaşanır. ” Yatağın sol tarafından kalkma” sendromu buradan kaynaklanıyor olabilir.

Karaciğeri sağlıklı kılmak için ne yapmak gerekir?

Alkol ve sigara kullanımını en aza indirmenin yanısıra, elzem olmayan ilaçların kullanımına da birkaç hafta süreyle ara vermek gerekebilir. Bir sonraki aşamada ise, “karaciğer detoksu” adı verilen vejetaryen beslenme stilinin 14 ila 21 gün arasında denenmesi faydalı olur. Bu süre içinde sadece sebze, meyva, kuruyemiş ve kurubakliyat yenmesi salık verilir. Ambalajlanmış hazır besinlerden, yağda kızartılmış besinlerden ve doymuş yağ içeren hayvansal gıdalardan uzak durulması gerekir. Bundan amaç, karaciğer üzerindeki stresin mümkün olduğunca azaltılmasıdır.

Karaciğer fonksiyonları sağlıklı haline geri geldiğinde, karşılaşılacak ilk belirtiler:

  • Kilo vermede kolaylık
  • Cilt dokusunda düzelme
  • Kronik baş ağrılarının azalması ve ortadan kalkması
  • Enerji seviyelerinin artması

Karaciğer sağlığı için vazgeçilmez olan besinler neledir?

  • Sarımsak: Sarımsaktaki aktif maddeler, karaciğerin detoks kabiliyeti için elzem olan enzimleri aktif hale getirir. Sarımsakta bulunan “allicin” ve “selenyum” maddeleri, karaciğerin zararlı maddelerden temizlenmesine yardım eder.
  • Greyfrut: Yüksek oranda C vitamini ve antioksidan maddeler içeren greyfrut, karaciğerin temizlenmesi için gerekli enzimleri aktive eder.
  • Kırmızı pancar ve havuç: Yüksek oranda içerdikleri “flavanoid” ve “beta karoten” nedeniyle karaciğerin işlevlerini desteklerler.
  • Yeşil çay: İçerdiği antioksidan madde “catechins” sayesinde, karaciğerin fonksiyonlarını destekler. Metabolizma oranını hızlandırması da cabası…
  • Yeşil yapraklı sebzeler: Bu sebzelerdeki “klorofil“, çevresel kirlenme (hava kirliliği, tarım ilaçları vs.) sonucu vücuda giren toksinlere, özellikle ağır metallere yapışarak, bunların vücuttan atılmasına yardımcı olur.
  • Avokado: Beslenme değeri son derece yüksek olan avokado, içerdiği “glutathione” sayesinde, karaciğerde oluşan zararlı toksinlerin temizlenmesine yardımcı olur.
  • Elma: Pektin açısından zengin olan elma, sindirim sistemindeki toksik maddeleri temizler. Bu da doğrudan karaciğerin üzerindeki yükü kaldırır.
  • Sızma zeytinyağı: Soğuk presle sıkılmış zeytinyağı ve keten tohumu yağı, toksinlerin vücuttan atılması için gerekli olan yağ zeminini hazırlar. Bu da karaciğerin üstündeki yükü azaltır.
  • Tam tahıllı ürünler: Kepekli pirinç ve tam tahıllarda bolca bulunan “B vitaminleri“, genel olarak vücudun yağ metabolizmasını düzene sokar.
  • Sülfür içeren sebzeler: Brokoli, karnıbahar, karalahana, brüksel lahanası gibi sebzelerde bulunan “glucosinolate“, karaciğerdeki enzim üretimini arttırır. Bu enzimler, kanserojen maddeleri ve toksik maddeleri vücuttan atmakla görevlidirler.
  • Limon: Sabah aç karnına içilen limonlu su, karaciğeri canlandırır.
  • Ceviz: Yüksek oranda içerdiği “amino asit arginine” sayesinde, karaciğerin toksik madde olan “amonyağı” dışarı atmasına yardımcı olur. Ceviz aynı zamanda “omega-3 yağ asidi” içermesi nedeniyle karaciğerin detoksuna yardım eder.
  • Turmerik: Karaciğerin detoksu için gerekli olan enzimleri aktive ederek, özellikle kanserojen maddelerin vücuttan atılmasına yardım eder.

Göründüğü gibi, doğada çareler tükenmez!!!

1 Comment

Filed under hormonlar, kronik hastalıklar, obezite, yapay katkı maddeleri

O ekmek dilimini sabah mı yemeli, akşam mı yemeli?

Karbonhidratlı besinlerin günün erken saatlerinde mi, yoksa akşam saatlerinde mi yenilmesi gerektiği hakkında uzun zamandır tartışmalar süregidiyor. Erken saat taraftarlarına göre, karbonhidratlı besinleri erken yemek vücuda bunları yakmak için daha fazla zaman kazandırıyor. Bu kanıyı güçlendirecek pek fazla bilimsel kanıt bulunmamakla beraber, yapılan yeni bir araştırma bu kanıya şimdiden gölge düşürdü bile…

O ekmek dilimini sabah mı yemeli, akşam mı yemeli?

Obezite Dergisi“nde yayımlanan araştırmada, 78 obez kişi iki ayrı gruba ayrılarak 6 ay boyunca diyete tabi tutuldu. Deneye katılan herkese 1,300 ila 1,500 kalori arasında,   %20 protein, %30 yağ, %50 karbonhidrattan oluşan diyet reçetesi verildi. İki grup arasındaki tek fark, karbonhidratlı besinlerin günün hangi saatlerinde tüketileceği idi. İlk gruptaki kişiler, karbonhidratlı besinleri gün içinde eşit bir şekilde yayılmış şekilde tüketirken, ikinci gruptaki kişiler karbonhidratların çoğunu akşam yemeğinde tükettiler.

6 ay sonunda, her iki gruptaki kişiler kilo vermeyi başardılar, ancak akşam yemeğinde karbonhidratları tüketen ikinci grup daha başarılı oldu.

  • İkinci gruptaki kişiler ortalama 11.6 kg verirken, ilk gruptakilerin kilo kaybı ortalama 9.1 kg da kaldı.
  • İkinci grubun bel çevresinde ortalama 11.7 cm daralma olurken, birinci gruptakiler 9.4 cm inceldiler.
  • İkinci grubun kandaki yağ oranları %7 azalırken, birinci grupta %5.3 azalma görüldü.

Gerçekte iki grubun verileri arasında istatiksel olarak kayda değer bir fark olmamasına rağmen, ikinci gruptaki kişiler 6 aylık rejimden sonra kendilerini “daha az aç hissettiklerini” belirttiler. Aynı zamanda insülin hormonu seviyelerinde, kan şekeri ve kolesterol seviyelerinde daha fazla düzelme görüldü.

Bu sonucun açıklaması nedir?

Bu sonuç, yağ metabolizmasını kontrol eden iki önemli hormon olan “leptin” ve “adiponectin” in varlığıyla açıklanabilir. “Leptin” hormonu, yemeklerden sonra yükselerek bize doyduğumuz sinyalini verir. Öğün aralarında, karnımız aç olduğunda ya da rejim yaptığımızda kandaki leptin seviyeleri düşer ve kendimizi aç hissetmeye başlarız. Genel kanıya göre, vücut kilo kaybettiğinde leptin seviyelerinin düşmesi beklenirken, bu deneyde akşam yemeğinde karbonhidrat tüketen kişiler bu durumu yaşamadılar. Yani, normalden daha az kaloriyle beslenmelerine rağmen, kendilerini “aç hissetmediler“.

Yağ hücreleri tarafından salgılanan diğer hormon “adiponectin” de, karbonhidrat ve yağ metabolizmasını hızlandırmakla görevlidir. Bu hormon, obez kişilerde daha az miktarda salgılanır. Ancak bu deneyde karbonhidratları akşam saatlerde tüketen kişilerde bu hormonun seviyesinin yükseldiği görüldü.

Akşam yemeğinde ekmek dilimlerini önünüze dizmeden önce hatırlamanız gereken bir şey var!

Deneye katılan kişilerin karbonhidrattan elde ettikleri toplam kalori (maksimum 200 gram), normal bir günde bizlerin yediği miktarlardan çok daha az. Yani diyeceğim şudur ki, normal öğün miktarının üstüne akşam yemeğinde ekmekleri götürmeden önce birkaç kere daha düşünün. 🙂

Leave a comment

Filed under hormonlar, obezite

Obezite ve Şeker Hastalığı Arasındaki Bağlantı:Leptin

Özellikle son yıllarda tırmanışta olan popüler ikili bu…”obezite ve 2.tip şeker hastalığı“. Genel kanıya göre, eğer bir insan çok şeker yiyorsa önce şişmanlayacağı, sonra da şeker hastalığına yakalanacağı düşünülür. Eğer yakalanmazsa, kişinin vücudunun yeterince insülin hormonu ürettiği, bu yüzden de kan şekerinin tehlikeli şekilde yükselmediği sonucuna varılır….dı. Son yıllarda şeker hastalığı üzerine yapılan araştırmalar, obezite ve şeker hastalığı bağlantısında eksik olan önemli bir parçayı keşfetti. LEPTİN.

Leptin nedir?

Leptin, vücuttaki yağ hücreleri tarafından salgılanan bir hormondur. Leptin’in 2 fonksiyonu bulunur:

  • Yiyecek tüketimini sınırlandırmak. Bunu, beyindeki iştah merkezlerine “dur” sinyalini vererek yapar.
  • Vücudun yağ depolarını kontrol etmek. Yağ depoları belli miktarın üzerine çıktığı zaman, leptin hormonu üretimi artarak, beyine kalori alımına son verilmesi sinyali gider.

Normal şartlar altında leptin’in görevi, “iştahı azaltmak ve yağ yakımını” başlatmaktır. Düşük leptin salgılanması (açlık durumunda), beyine daha fazla besin tüketilmesi sinyalini vererek, yağ depolarının arttırılması sonucunu getirir.

Leptin hormon seviyeleri, yeme işlemine başladıktan andan itibaren yükselişe geçerek, belli bir noktada beyindeki iştah merkezini kapatır. Bu da yemeye son verilmesi sonucunu getirir. (En azından teoride…)

Normal şartlarda, sağlıklı bir bedende, aç karnına alınan kan testinde düşük seviyede leptin bulunması beklenir. Eğer aksi görülürse, yani leptin seviyesi yüksek olursa, “leptin direnci” teşhisi konulur. Bu da beynin bazı bölgelerine leptin sinyalinin çok az ulaştığını gösterir.

Beynin iştah merkezine ulaşabilen düşük orandaki leptin hormonu, beyni sürekli “” konumda tutarak, vücudun artan miktarda yağ deposu oluşturmasına yol açar. Artan yağ depoları daha da fazla leptin salgılanmasına yol açmakla beraber, obeziteyi de beraberinde getirir.

Leptin direnci, bu anlamda şeker hastalığında görülen “insülin direncine” çok benzer. Aç karnına alınan kanda yüksek oranda insülin bulunması, vücudun bazı dokularının insüline cevap vermediğini ve pankreasın bunu kırmak için artan miktarda insülin ürettiğini gösterir.

İnsülin direnci “karaciğer, kas hücreleri ve yağ hücrelerinde” aşağıdaki sırada gerçekleşir.

  • Karaciğer hücreleri insüline direnç gösterdiklerinde, sürekli şeker üretmeye başlayarak, kan şekerini yükseltirler.
  • Kas hücreleri insüline direnç göstermeye başladıklarında, hücreler kandaki şekeri enerji kaynağı olarak kullanamazlar. Bu da kan şekerini yüksek tutar.
  • Bu durumda kan şekerini düşürme görevi yağ hücrelerine düşer. Yağ hücreleri insülin sinyali geldiği sürece, kandaki şekeri yağa çevirerek vücutta depolamaya devam eder. Bu durum,kısa vadede kan şekerini kontrol altına alarak, kişinin şeker hastası olmasını engeller. Ancak bu durum obeziteyi de beraberine getirir.
  • Yağ hücreleri de bir noktadan sonra insülin hormonuna direnç göstermeye başladığında, yani kandaki şekeri kabul edecek  hücre dokusu kalmadığında, şeker hastalığı teşhisi konulur.

Leptin direnci oluştuğunda, beynin iştah merkezi sürekli açık tutulduğundan, vücut sürekli yağ depolamaya devam eder. Bu da özellikle karın bölgesindeki yağ depolarını arttırır. Bu bölgede artan yağlanma, karaciğerin fonksiyonlarını engelleyerek, karaciğerin insülin hormonuna karşı direnç oluşturmasına neden olur. İnsüline cevap vermeyen karaciğer, sürekli şeker üretmeye devam ederek, kan şekerinin yükselmesine yol açar. Bu da beraberinde şeker hastalığını getirir. Bunlar yetmiyormuş gibi, kanda yüksek oranda leptin dolaşması, kanın pıhtılaşmasına neden olarak, kan damarlarının daralmasına neden olur. Bu da kalp riskini arttırır.

Leptin ve insülin direncini kırmak için ne yapmak gerekir?

Fiziksel egzersiz, vücut dokularının bu hormonlara karşı geliştirdiği direncin kırılmasında en önemli etkendir. Egzersiz sırasında kas hücreleri insülin hormonunu daha kolay kabul ettiklerinden, eksta kalorilerin yağ olarak depolanmasının önüne geçilir. Azalan yağ depoları daha az miktarda leptin salgılanmasını sağlayarak, beynin leptine karşı daha fazla hassas olmasına yardımcı olur. Böylece beyindeki iştah merkezleri daha aktif çalışır.

Leave a comment

Filed under hormonlar, obezite, şeker hastalığı

Spordan sonraki 2 saat boyunca yağ eritmenin yolu nedir?

Fiziksel aktiviteden çıktıktan hemen sonraki 2 saat içinde tükettiğiniz şekerli ve karbonhidratlı besinlerin/içeceklerin, egzersizden kazanmayı umduğunuz sağlık faydaları üzerinde ciddi anlamda negatif etkisi olduğunu biliyor muydunuz?

Journal of Applied Physiology“‘dergisinde yayınlanan bir araştırma sonucunda; fiziksel aktivitenin hemen sonrasında yenen, düşük oranda karbonhidrat içeren besinlerin kasların “insülin hormonuna olan hassasiyetini” arttırdığı görüldü. Konusu açılmışken, insülin hormonunun arkasından biraz dedidoku…

“İnsülin direnci” 2.tip şeker hastalığına yol açan en önemli etkendir. İnsülin direncinde, vücut hücreleri (kas hücreleri, yağ hücreleri ve karaciğer hücreleri) insülin hormonunun sinyalini redederek kandaki şekeri hücre içine almayı redederler. Bu durum da, kan şekerinin tehlikeli seviyelerde yükselmesine neden olur. Hücreler insülin hormonunu reddettikçe, pankeras daha fazla insülin salgılamaya başlar. Bu da “hiperinsülinemi” adı verilen, kandaki insülin hormon seviyelerinin aşırı yüksek olması durumuna yol açar. Zaman içerisinde, pankreasın insülin hormonu üretmekten sorumlu “beta hücreleri” aşırı çalışmaktan dolayı işlevlerini kaybederek, bir gün gelir işten “istifa” ederler. İşte bu nokta, geri dönülemez noktadır….hemen burdan uzaklaşalım.:)

İyi haber….Büyüme hormonu HGH, egzersizden hemen sonraki 2 saat boyunca vücuttaki yağ depolarını eritmeye devam eder.

İnsan büyüme hormonu denilen HGH hormonu, yetişkinlikten itibaren gittikçe azalan miktarda da olsa, herkesin salgıladığı çok önemli bir hormondur. Bu hormon, vücut dokularının tamiri ve yeni kas hücrelerinin oluşturulması yönünde çalışır. Bu hormon aynı zamanda, yağ hücrelerini parçalayarak yağ asitlerinin açığa çıkarılmasına neden olur. Bu da, yağ depolarının eritilmesi anlamına gelir. Fiziksel aktivite sonrası, HGH hormonunun salgılanması artar, çünkü  egzersiz sırasında zarar gören kas dokularının tamir edilmesi, gerekiyorsa yeni kas hücrelerinin üretilmesi gerekir. Tamirat işlemi için vücut sistemleri 2 adet enerji kaynağından faydalanır. Yağ depoları ve kaslardaki karbonhidrat depoları. Fiziksel aktivite sırasında kaslardaki karbonhidrat depoları büyük ölçüde azaldığından, aktivite sonrası gereken enerji yağ depolarından karşılanır. Bu da, HGH hormonunun salgılanmasıyla başlayan bir süreçtir.

HGH hormonunun salgılanması 2 durumda artar:

  1. Düzenli ve yeterli uyku düzeni sağlandığında (gece kuşlarına kötü haber)
  2. Fiziksel aktiviteden hemen sonra

İyi haber….HGH hormonu, fiziksel aktiviteden hemen sonraki 2 saat boyunca yüksek seviyelerde kalır. Bu da, 2 saat boyunca hareket etmeseniz dahi vücuttaki yağ depolarının azalması demektir!

Kötü haber….egzersizden hemen sonra tüketeceğiniz şekerli, karbonhidratlı ve fruktozlu besinler/içecekler HGH hormonunun salgılanmasına engel olur! Saatler boyunca deli gibi koşsanız bile, eve gelince yiyeceğiniz karbonhidratlı bir şey ya da içeceğiniz meyva suyu, egzersizden sonraki 2 saat boyunca bedavadan yağ yakmanızı engeller.

Virginia Üniversitesinde yapılan araştırma sonucuna göre, fiziksel aktivite sırasında vücuttaki karbonhidrat ve yağ depolarının enerji kaynağı olarak kullanımı, yapılan egzersizin şiddetine bağlıdır. Yüksek tempoda yapılan egzersizler (koşma, yüksek tempo aerobik) kaslardaki karbonhidrat depolarını azaltırken, ortalama ve düşük tempodaki egzersizler (yürüyüş) yağ depolarını eritir. Karbonhidrat depoları egzersiz sonrasında çabucak tükenirken, yağ depolarının eritilmesi HGH hormonunun salgılanması nedeniyle egzersizden sonraki 2 saat boyunca da devam eder. Ancak spordan sonra mutfağa koşarak karbonhidratlı/şekerli besinler ya da içecekler tüketme alışkanlığı geliştirdiyseniz, bu ayrıcalıktan faydalanamıyorsunuz demektir. Çünkü kan şekerini hızla yükselten bu besinler nedeniyle HGH hormonunun  üretimi durur.

Peki spordan geldikten hemen sonra ne yemek gerekir?

Bu sorunun cevabı, sporu yapmadaki amacınıza bağlı. Eğer profesyonel sporcuysanız, ya da düzenli olarak antreman yapan takım oyuncusuysanız, egzersizden sonra karbonhidratlı besinlerin tüketimi sizin için sorun olmayacaktır.  Fazla kilo sorununuz olmadığı sürece, karbonhidrat tüketiminin sakıncası yoktur.

Eğer fazla kilolarınızdan kurtulmak ve de şekle girmek niyetiyle spor yapıyorsanız, egzersizden hemen sonra kan şekerini hızla yükselten yiyecekler tüketmeniz sakıncalı. Çünkü yüksek kan şekeri, HGH hormonunun salgılanmasını durdurarak, yağ depolarının eritilmesine engel olur.

Bu durumda yapabileceğiniz 2 şey var:

  • Spordan sonra 2 saat boyunca karbonhidratlı ve şekerli şeyler tüketmeyi erteleyin.
  • Spordan sonra protein, salata, fındık, ceviz, badem, yoğurt benzeri bir şeyler yiyin.

Ama tabi…söylemesi yapmaktan çok daha kolay. Spordan sonra guruldayan karnıma anlat bunu dediğinizi duyar gibi oluyorum. 🙂 Elçiye zeval olmaz…

1 Comment

Filed under hormonlar, obezite

Şeker Hastalığı

Şeker hastalığı, kandaki glukoz oranının (şekerin en basit hali) yüksek seyretmesi nedeniyle ortaya çıkan kronik bir hastalıktır. 2 çeşit şeker hastalığı vardır.

“1. Tip” ve  “2. Tip” şeker hastalığı…aradaki fark nedir?

1. Tip şeker hastalığı, genellikle çocukluk yaşlarda ortaya çıkan, pankreasın yeterli insülin hormonu üretememesi nedeniyle oluşan şeker hastalığıdır. Bu tipe, “insüline bağlı şeker hastalığı” da denir.

1. Tip şeker hastalığında; vücudun bağışıklık sistemi, pankreasın insülin üretmekten sorumlu “beta hücrelerine” zarar vermeye başlayarak, zamanla pankreasın hiç insülin hormonu üretememesine neden olur. Bu tip şeker hastalığının tek tedavisi, vücuda dışarıdan “insülin hormonu” enjekte edilmesidir.

1. Tip şeker hastalığı oldukça nadir görülmekle beraber, kesin tedavisi şu an için bulunmamaktadır. Yapılan son araştırmalar, ekvatordan uzaklaştıkça bu tip şeker hastalığının artmasının, bu hastalığın yetersiz güneşe maruz kalmaktan ortaya çıkabileceğini öneriyor. D vitaminin, bağışıklık sisteminin bazı hücrelerini baskı altına alması nedeniyle, 1. tip şeker hastalığının önlenmesinde rolü olabileceği düşünülüyor. Bu nedenle hamile kadınların, hamilelik sırasında ve de sonrasında çocuklarını yeterli miktarda güneş ışığına maruz bırakmaları salık veriliyor.

2. Tip şeker hastalığı, son derece yaygın olmakla beraber, şeker hastalığı olanların % 90 – 95’i bu tip şeker hastalığını taşıyor. 1. tip şeker hastalığının tersine, 2.tip şeker hastalığı tamamen önlenebilir ve de ilaçsız tedavi edilebilir.

2. tip şeker hastalığında, pankreas yeterli miktarda insülin hormonu salgılamasına rağmen, vücut hücreleri insüline “direnç” göstermeleri nedeniyle, insülin hormonu yeterli miktarda kullanılamaz. İnsülin hormonunun temel görevi, kandaki şekeri hücrelerin içine göndererek, kan şekerini düşürmektir. İnsüline bağlı olan hücreler (kas, yağ ve karaciğer hücreleri), insülin hormonunu reddetmeye başladıklarında, kan şekeri tehlikeli seviyelerde yüksek kalır. Bu da vücudun tüm dokuları için son derece zararlıdır.

2. tip şeker hastalığının belirtileri:

  • Aşırı susuzluk
  • Baş dönmesi, mide bulantısı
  • Aşırı yorgunluk hali
  • Bulanık görüş
  • Aşırı açlık hissi (yemekten hemen sonra dahi)
  • Olağandışı kilo artışı ya da kilo kaybı
  • Asabiyet
  • Yaraların yavaş iyileşmesi
  • Ayak ya da ellerde uyuşukluk ya da karıncalanma
  • Sık enfeksiyon (deri ve idrar yollarında)

2.tip şeker hastalığının tedavisindeki temel hedef, hücrelerin insüline tekrar hassasiyet kazanmalarını sağlamaktır.

Şeker hastalığı nedeniyle kan şekerinin tehlikeli seviyelerde yüksek kalması aşağıdaki sorunlara yol açar:

  • Kalp hastalığı
  • Periferal vasküler hastalığı (kalp ve beyin dışındaki ana kan damarlarında daralma. Vücudun uzuvlarına giden kan miktarında azalmaya neden olur)
  • Beyin inmesi
  • Yüksek kan basıncı
  • Kanser
  • Obezite

“LEPTİN”….Obezite ve Şeker Hastalığı arasındaki bağlantı

Leptin, vücudun yağ hücreleri tarafından salgılanan bir hormondur. Leptin’in ana görevi, iştahı ve kiloyu kontrol altına almaktır. Beyine ne zaman yemek yenmesi gerektiğini, ne kadar yenmesi gerektiğini, daha da önemlisi ne zaman yemeye son verilmesi gerektiğini söyler. Leptin aynı zamanda beyne, alınan enerjinin nerelerde harcanması gerektiğini söyler. Leptin hormunu, insülin sinyalinin hücrelere doğru bir şekilde ulaştırılmasını sağlaması nedeniyle, şeker hastalığında görülen insülin direncinin kırılmasında son derece önemlidir.

Leptin ve insülin sinyalinin düzeltilmesinin TEK yolu doğru beslenmektir!

Yemeklerden sonra kan şekerinin yükselmesiyle beraber, insülin hormonu devreye girerek, alınan ekstra kalorileri vücut depolarına gönderir. Bu depoların küçük bir kısmı kaslarda “glikojen” olarak saklanır. Glikojeni, kaslardaki karbonhidrat depoları olarak da düşünebilirsiniz. Glikojen depoları, fiziksel aktivite sırasında çabucak enerjiye çevrilerek harcanır, ancak bu depolar çabucak tükenir. Vücut depolarının büyük bir bölümü ise, “yağ” olarak saklı tutulur. İşte herkesin nefretini kazanan da bu depolardır. 🙂 Fiziksel aktivite sırasında kaslardaki glikojen depoları tükenmeden, yağ depolarından enerji çıkışı olmaz. Bunun nedeni, glikojen depolarının enerjiye çevrilmesinin çok daha hızlı ve kolay olmasıdır. Yağ depolarının kullanımı ise, ekstra işlemler nedeniyle daha zordur. Durumu vadeli ve vadesiz banka hesabına benzetebilirsiniz. Glikojen depolarının vadesiz hesabınız olduğunu düşünürseniz, ATM kartınızla istediğiniz zaman para çekebilirsiniz. Yağ depolarınızı vadeli hesabınız olarak düşünürseniz, vadesi dolmadan bu hesabı kullanamazsınız. Vadesiz hesapta paranız bittiğinde, tek yapacağınız şey vadeli hesabınızı bozdurmak olur.

Fruktoz….şeker hastalığı ve obezitenin 1 numaralı zanlısıdır!

Şeker molekülü, 2 adet molekülden oluşur. Fruktoz ve glukoz. Bunların ikisi, vücutta çok farklı şekillerde metabolize edilirler. Vücuttaki hemen her hücre, özellikle beyin hücreleri glukozu ana enerji kaynağı olarak kullanmak üzere dizayn edilmiştir. Fruktoz ise, karaciğerde metabolize edilerek bazı toksik maddelerin oluşumuna neden olur.

Fruktozun vücutta yarattığı negatif metabolik etkiler nelerdir?

  • Glukozun tersine, fruktoz leptin hormonunda artışa neden olmaz. Leptin hormonunun “iştah kesen hormon” olduğunu hatırladığımızda, fruktozun iştahı sürekli açık tuttuğu sonucuna varabiliriz.
  • Fruktoz kandaki yağ oranını ve insülin hormonunu arttırarak, leptin hormonunun beyne ulaşmasını engeller. Bu durumda beyin sürekli ” açlık” konumunda takılı kalır.
  • Glukoz, “açlık hormonu” olan “ghrelin” hormonunu bastırmasına rağmen, fruktoz buna neden olmaz. Bu da yiyip yiyip doymamanın bilimsel açıklamasıdır.

Fruktozun yukarıdaki tüm etkilerinin ortak sonucu, gereğinden fazla yemek yeme dolayısıyla aşırı kilo alımı ve 2. tip şeker hastalığına yakalanma riskinin artmasıdır. Bu nedenle günde 25 gramdan fazla fruktoz tüketimi önerilmez.

Neler fruktoz içerir?

Fruktoz en basit anlamda “meyva şekeri”dir. Ancak meyvalar, vitamin, mineral ve antioksidan maddeler içermeleri nedeniyle her diyetin vazgeçilmez parçalarıdırlar. 25 gramlık fruktoz limitini sadece meyva yiyerek aşmanız da pek olası değil. Günde kilolarca meyva tüketmiyorsanız tabiki…

Bunun dışında fruktoz yüksek miktarda balda ve “işlenmiş kutu meyva suları, kolalı, gazlı içeceklerde, ambalajlanmış tüm unlu mamüllerde” bulunur. Maliyeti çok düşük olması nedeniyle pastane ürünlerinde (özellikle şerbetli tatlılarda), mısırdan elde edilen fruktoz şurubu kullanılır. Bu ürünleri yiyerek, bir oturuşta yüzlerce gramlık fruktoz tüketmek içten bile değil.

2. tip şeker hastalığı ilaçsız tedavi edilebilir.

Şeker hastalığının tedavisinde kullanılan ilaçlar, vücut hücrelerini insüline karşı daha hassas kılmak üzere dizayn edilirler. Ancak ciddi oranda yan etkileri vardır. Örneğin Avandia ilacının % 43 oranında kalp krizi riskini arttırdığı görüldü.

İyi haber….2.tip şeker hastalığı ilaçsız da tedavi edilebilir.

Fiziksel aktivite, kas hücrelerinin insüline karşı olan hassasiyetini arttırması nedeniyle son derece önemlidir. Fiziksel aktivite sırasında, kas hücrelerinin enerjiye olan ihtiyaçları artar, dolayısıyla kandaki şekeri hücre içine çekme konusunda daha başarılı olurlar. Üstelik bu etki egzersiz sonrasına dahi taşınır.

Basit şekerli besinlerden, özellikle fruktoz içeren meyva suyu ve pastane ürünlerinden şiddetle kaçınılması gerekir. Basit karbonhidratlı besinler, çok işlenmiş olmaları ve posadan ciddi anlamda yoksun olmaları nedeniyle kan şekerini çok hızlı bir şekilde yükseltirler. Özellikle beyaz pirinçten yapılan pilav ve beyaz ekmek’ten kaçınmanızı şiddetle tavsiye ederim.

Aktif bakteri içeren besinler (yoğurt, kefir, peynir  vs), bağırsak sisteminde faydalı bakteri popülasyonunu arttırmaları nedeniyle son derece önemlidirler. Sağlıklı çalışan sindirim ve boşaltım sistemi, bağışıklık sistemini güçlendiren en önemli etkendir. İnsan bağışıklık sistemi hücrelerinin % 90’ının bağırsaklarda bulunduğunu düşündüğümüzde, durum daha da kolay anlaşılır oluyor.

Leave a comment

Filed under hormonlar, kronik hastalıklar, obezite, şeker hastalığı

Paraben…paralarım seni ben!

Başta güneş kremleri olmak üzere pek çok kozmetik ürününe (şampuan, saç kremleri, deodorantlar, vücut kremleri vs) konulan “Paraben” adı verilen kimyasal madde, bu ürünlerde bakteri, mantar ve küf oluşumuna karşı koruma sağlamak için çok yaygın olarak kullanılır. Bu sayede bu ürünler market raflarında aylarca, hatta yıllarca bozulmadan oturabilsin diye…

Bu madde üzerinde yapılan klinik deney sonuçlarına göre, paraben maddesi östrojen hormonuna olan moleküler benzerliği nedeniyle, başta meme kanseri olmak üzere kanser riskini arttırıyor.

İnanması zor ama…

Paraben aynı zamanda, “mayonez, hardal, salata sosları ve şekerlemelerde de” bulunuyor!!! Bu ürünlere konulan paraben, aşağıdaki formlardan herhangi birinde olabilir:

  • methyl paraben
  • ethyl paraben
  • propyl paraben
  • butyl paraben
  • isobutyl paraben
  • E216

Parabenlerin sağlığa zararı nedir?

Araştırma sonuçları parabenin, östrojen hormonuna olan benzerliği nedeniyle, vücuttaki östrojen reseptörlerine bağlanarak;

  • kas dokusunda azalma
  • yağ dokusunda artma
  • erkeklerde göğüs büyümesi
  • kadınlarda göğüs kanserine yol açabileceğini ortaya koyuyor.

Acı gerçek…

Kozmetik ürünlerine konulan yaklaşık 4 milyon çeşit sentetik kimyasal maddenin sadece %1’inin insan sağlığı üzerindeki etkisi biliniyor. Dünya Çevre Örgütü’nün bildirisine göre, 7500 kozmetik ürününden sadece 28’inin içindeki maddelerin sağlığa uygunluğu test ediliyor.

Hepimizin hatırlaması gereken bir şey var…
Cildinize sürdüğünüz her şey, içerdiği tüm kimyasal maddelerle beraber deri tarafından absorbe edilerek kana karışır. Toksik maddelerin vücut dokularında birikmesini istemiyorsanız, mümkün olduğu kadar doğal malzemelerden yapılmış, organik ürünler kullanın.
Mayonez, salata sosu, hardal ve şekerlemelerin içinde paraben olup olmadığını da kontrol etmeyi unutmayın! Daha da iyisi, bunları evinize sokmayın…derim ben. 🙂

Leave a comment

Filed under cilt sağlığı, hormonlar, yapay katkı maddeleri

Tiroit – Bromit Problemi

Tiroidi duymuştuk da, bromit de nerden çıktı demeyin! Kafiyeli olmalarını bir yana bırakırsak, “Tiroit ve Bromit” ikilisinin bir arada bulunması sağlık için ciddi tehlike arzediyor…

Bromit, içinde brom elementini bulunduran kimyasal bir maddedir. 19 ve 20. yüzyılın başlarında bromit içeren kimyasal maddeler yatıştırıcı olarak kullanılırdı. Ancak insan sağlığı üzerindeki kronik toksik etkileri nedeniyle bu kullanımına son verildi. Ancak bromit halen pek çok ambalaj maddesinin yapımında, plastiklerde, yiyecek katkı maddelerinde yaygın olarak kullanılmakta. Bromit maddesi, vücudun hormon salgılamakla görevli endokrin bezlerine, özellikle tiroit bezine zarar vermesi nedeniyle insan sağlığını tehdit  ediyor.

Sağlıklı oranlarda tiroit hormonunun salgılanması, tiroit bezlerinde yeterli miktarda iyot minerali bulunmasına bağlıdır. Sorun şu ki, bromit maddesinin gereğinden fazla bulunduğu hücre ortamlarında bromit,  tiroit bezlerinde iyodun yerini alarak, tiroit hormonunun yapılmasına engel olur. Bu da “hipotiroidizm”  denilen tiroit hormon eksikliğine neden olur.

İyot minerali, başta tiroit bezi olmak üzere vücudun pek çok doku ve hücre yapısı için elzemdir. İyot eksikliğinin, bazı kanser türleri de dahil olmak üzere pek çok hastalıkla ilgili olduğu bilinmekte. Araştırmalar, iyot yetersizliğinin guatr hastalığından kabızlığa kadar geniş bir spektrumda hastalığa neden olabileceğini gösteriyor.

Bromit pek çok formda bulunur. “Methyl bromit”, özellikle çilekler üzerinde kullanılan yaygın bir tarım ilacıdır. Bromit katılmış sıvı yağlar, meyva sularındaki aroma moleküllerinin içecekten ayrışmaması için, meyva sularına konulur. Bromit ilave edilmediği takdirde, aroma molekülleri ambalajın iç kısmına yapışarak, içilen meyva suyundan ayrışırlar. Aromasız meyva suyu içmenin şekerli su içmekten farkı olmayacağını farkeden üreticiler de, bromit katılmış katkı maddeleriyle bu duruma çare buluyorlar. Bromit aynı zamanda ambalajlanmış pek çok unlu mamüle de katılmakta.

Bromitin yaygın olarak bulunduğu yerler:

  • Tarım ilaçları (özellikle çilekte)
  • Bilgisayar yapımında kullanılan plastiklerde ve arabaların plastik döşemelerinde
  • Unlu mamüllerde (potasyum bromide)
  • Meyva sularında (BVO adı verilen katkı maddesi)
  • Bazı burun spreylerinde ve ilaçlarda (Atrovent inhaler, Atrovent burun spreyi, Pro-Banthine )
  • Bazı kumaş, yatak, halı ve döşeme maddelerine “yanmaz” özelliği veren maddelerde
  • Yüzme havuzu ve jakuzilere katılan bazı dezanfektan maddelerde

Bromit’in sağlığa zararı nedir?

Vücuda gereğinden fazla bromit girdiğinde bromit, iyot mineralini etkisiz hale getirerek; göğüs kanseri, tiroit kanseri, rahim ve prostat kanserine neden olur. Bunun yanısıra, bromit toksik etkisi nedeniyle merkezi sinir sisteminde akut paranoya gibi önemli sorunlara da yol açar. 1920 ve 1960 yılları arasında Amerikan hastanelerine kabul edilen akut paranoyak şizofreni hastalarının, bromit zehirlenmesine uğradıkları tahmin edilmekte.

Psikolojik bozuklukların yanısıra, bromit zehirlenmesi aşağıdaki şekillerde de kendini gösterebilir:

  • Cilt alerjileri ve ciddi sivilce sorunları
  • İştah azalması ve karın ağrısı
  • Aşırı yorgunluk
  • Ağızda metalik tat
  • Kalp atışında düzensizlikler

Ekmekteki bromit!!!

Dışarda her yediğiniz hamburger ekmeğinde, ambalajlanmış ekmeklerde “potasyum bromit” adı altında katkı maddesi bulunur. Bu madde, ekmek hamurlarına o çok meşhur “ağızda dağılan” özelliğini kazandırır. Bu madde, bir nevi saç kreminin saçlarınızı yumuşatması gibi, ekmek hamurlarını yumuşatır.

Bromit aynı zamanda bazı diş macunlarına ve ağız çalkalamada kullanılan antiseptic ürünlerine de konulur. Bu ürünleri kullanan kişilerde diş eti kanaması olduğu görülmüştür.

Meyva sularındaki bromit!!!

Bromit “Sodyum bromit” formunda, bazı meyva sularına da konuluyor. Amaç, meyva suyundaki aromaların ayrışmasını önlemek. 2004 yılında Coca Cola firması “Dasani” markalı şişe sularını bu nedenle piyasadan çekti, ancak bromit katılmış içecekler halen satılıyor.

Yeterli sodyum bromit ihtiyacınızı meyva suyundan karşılayamadıysanız üzülmeyin, çünkü bromit pek saç bakım ürününe, saç boyalarına ve kozmetik ürünlerine de konuluyor.

Bitmedi!!! Arabanıza her oturduğunuzda bilinki, arabanızın koltuğunda, kol yaslama panellerinde ve diğer plastik parçalarda da bromit kullanılıyor. Sağım solum bromit!

Bromit’in yiyecek katkı maddesi olarak besinlerde kullanılmasına İngiltere 1990 yılında, Kanada da 1994 yılında son verdi. Ancak diğer ülkeler, özellikle Amerika bu konuda son derece kaygısız davranıyor.

Bromit maddesi iyot eksikliğine neden olması nedeniyle, ciddi bir sağlık problemi yaratmakta. İyotlu tuz tüketiminin azalması, yetersiz yumurta, balık ve deniz ürünleri tüketimi ve iyottan yoksun tarım toprakları nedeniyle, 1950 ve 1990 yılları arasında Amerikan halkının % 50’sinde iyot eksikliği görüldüğü söyleniyor.

Japonya’da ise durum tersine işliyor. Yüksek miktarda deniz ürünü tüketimi nedeniyle Japonların % 89 daha fazla oranda iyot tükettikleri, bu nedenle kanser hastalıklarının bu ülkede düşük seyrettiği düşünülüyor.

Bromit ve tiroit ilişkisi

Tiroit bezinin yeterli miktarda tiroit hormonu salgılaması, vücutta yeterli miktarda iyot olmaksızın gerçekleşemez. Bromit maddesi, iyotla rekabete girerek, tiroit bezinin yetersiz miktarda tiroit hormonu salgılamasına neden olur. Bu da “hipotiroit”  denilen ciddi metabolik hastalığa neden olur. Yeterli oranda tiroit hormonu salgılayamayan kişilerde, soğuğa karşı dayanıksızlık, depresyon, güçsüz bağışıklık sistemi ve yağ metabolizmasındaki bozukluklar nedeniyle aşırı şişmanlık ortaya çıkar. İyot eksikliği tiroit hastalığının tek nedeni olmasa bile, yeterli iyot tüketimi ve bromit içeren besin maddelerinden uzaklaşmak suretiyle kolaylıkla düzeltilebilir.

Bromit’den uzaklaşmak demek, ne yazıkki günümüzde hava kirliliğinden uzaklaşmak gibi bir şey olsa da, aşağıdaki konularda dikkatli olduğunuz takdirde fazla sorun yaşamayacaksınız:

  • Mümkün olduğu kadar organik ürünler tüketin. (özellikle çilek)
  • Plastik şişelerde su, içecek ya da besin maddesi muhafaza etmekten kaçının.
  • Ambalajlanmış ekmek tüketmekten kaçının. Ya da içinde bromit bulunmayan ekmekler alın.
  • Kutu meyva suları ve kolalı içecek tüketimini ciddi anlamda azaltın.
  • Kozmetik ürünlerin içinde bromit maddesinin olmamasına dikkat edin. Vücudunuza sürdüğünüz her şeyin, deri altına nüfuz ettiğini unutmayın.
  • Arabanıza biner binmez, camları açarak içerde birikmiş bromitten kurtulun. Özellikle sıcak yaz aylarında bunu yapmayı hatırlamanız gerekiyor, çünkü yüksek ısıda plastik maddelerdeki bromit maddesi ayrışarak havaya karışıyor.

Leave a comment

Filed under hormonlar, kronik hastalıklar, vitamin/mineraller

Tat Duyusu ve Şişmanlık İlişkisi

Obez fareler üzerinde yapılan deney sonuçlarına göre, obezite farelerin şekerli besinlere karşı olan tat alma duyularını zaman içinde körelterek, farelerin daha çok miktarda ve daha şekerli besin tüketmelerine yol açıyor. Bu da vücut ağırlığıyla tat alma duyusu arasında bir bağlantı olabileceğini gösteriyor.

İnsanlar üzerinde yapılan deneyler, obez kişilerin şekerli tatlara karşı daha az hassas olduğunu, yani bu kişilerin tat alma duyularındaki azalma nedeniyle özellikle şekerli besinleri daha fazla miktarda tüketmeye eğilimli olduklarını gösteriyor.

Tat alma becerisi üzerinde yapılan deneyler, dildeki hassas tat alma dokusuna sahip olmanın insanları daha yüksek oranda ideal kiloda tutmada başarılı olabileceğini gösteriyor. Bunun nedeninin, tat alma duyusu gelişmiş kişilerin sağlıklı besinler olan sebze ve meyvalardan daha fazla haz almaları, dolayısıyla çok şekerli ve yağlı besinleri tüketmeye daha az eğilimli olmaları olduğu düşünülüyor. Ama tabiki herşeyde olduğu gibi, bunun da istisnaları olduğunu düşünüyorum. Nice incecik insanlar var ki, dünyanın ekmeğini ve şekerini götürseler de tartının ibresini oynatamıyorlar. Bu insanların metabolik saati bir şekilde farklı çalışıyor…

Bu arada…tat alma duyunuzu keskinleştirmek istiyorsanız, size bir tavsiyem var. Dişlerinizi fırçalarken, dilinizi de fırçalayın. Bu şekilde dil üstündeki bakterilerden kurtulmakla kalmaz, aynı zamanda daha keskin bir tat ve koku duyusuna da sahip olursunuz. Şahsen denedim, çok işe yarıyor! O kadar işe yarıyor ki, şimdi yiyeceklerdeki yapay katkı maddelerinin tadını bile ayırtedebiliyorum:)

Tat duyusundaki azalmanın, obezite ya da aşırı yemek dışında nedenleri de var. Sorun hormonal da olabilir. Nasıl mı?

Yağ hücrelerinin salgıladığı “iştah kapama hormonu leptin“, dildeki tat hücreleri üzerinde bastırıcı etki göstererek, yiyecek alımını sınırlar. (Yani en azından teoride böyle olması gerekir:)) Bazı insanlarda görülen (çoğunlukla kilolu kişilerde) “leptin hormonu eksikliğinin” ya da “vücut hücrelerinin leptin hormonuna rezistans göstermesinin“, tat alma duyusunda eksikliğe neden olabileceği düşünülüyor.

İnsan ve hayvanlar üzerinde yapılan deneyler de bunu destekler nitelikte. Leptin hormon eksikliği olan kişilerde ya da leptine rezistans geliştiren kişilerde sıklıkla obezite problemi görülüyor.

Peki leptin hormonunda düzensizliklere yol açan şey nedir?

Şeker ve nişastalı yiyeceklerden oluşan bir diyetle beslenildiğinde, şeker molekülleri yağa çevrilerek yağ depolarına gönderilir. Yağ hücreleri de leptin hormonu salgılayarak, mideye ve de beyne “yemeye son verilmesi” yönünde sinyal verir. Eğer yeme şekli uzun süre değişmezse, bir zaman sonra vücut hücreleri leptin hormonuna olan hassasiyetlerini kaybederler.  Bu da, yağ hücrelerinin gittikçe daha fazla leptin hormonu salgılamasına neden olur. Durum aynı, kulakları az duyan biriyle konuşurken sesinizi yükseltmenize benzer. Muhabbet çok iç açıcı olmayacağından, bir zaman sonra bu kişiden uzaklaşmaya başlarsınız. Aynı şekilde, hücreler kendini yeterince duyamadığı için, leptin üretimi zaman içinde azalır. Bu da gereğinden fazla besin tüketimine ve de obeziteye yol açar. İyi haber: bu durum kader değildir.

Leptin hormon seviyeleri tekrar düzene sokulabilir.

Şekerli ve nişastalı besinleri azaltarak ve de yararlı yağ tüketimini arttırarak. Özellikle fındık, badem ve ceviz içerdikleri omega-3 yağ asitleri nedeniyle yağ metabolizmasını harekete geçirirler. Ancak 1-2 haftada sonuç beklemeyin. Yılların birikimiyle gelen hasarları ışık hızıyla düzeltemezsiniz. Ama her gün istikrarlı bir şekilde yapacağınız küçük bir değişiklik, size fazlasıyla geri dönecektir.

Tat duyusunu geri kazanmanın en etkili yollarından biri de yavaş ve küçük lokmalarla yemek yemektir. Ayaküstü yemek yeme alışkanlığının en kötü tarafı, beyinle ağız arasındaki iletişimin yok olmasıdır. Amerika kıtasında fast food kültürüne karşı geliştirilen slow food -“yavaş yiyecek” hareketi de tam olarak bunu hedefliyor. Yavaş yeme fikrine inananların genel düşünce tarzı, kişiyle besinler arasındaki ilişkiyi tekrar sağlamlaştırmak. Bunun yolu da, televizyon karşısında, bilgisayar önünde, ayaküstü sohbet arasında yemek yememek!

Leave a comment

Filed under hormonlar, obezite, şeker ve fruktoz

Karnım Tokken Neden Aklımda Hala O Kek Dilimi Var?

Fiziksel açlığın, yemek yeme dürtüsünü tetiklediği herkesin kabul ettiği yaygın bir düşünce. Mide boş olduğunda salgılanan “açlık hormonu ghrelin” sayesinde yemek yeme arayışına girmemiz doğal. Ancak son araştırma sonuçları gösteriyor ki, ghrelin hormonu biz aç olmasak da, yemeğin üstüne favori yiyecekleri yemeye teşvik edebilir. Bu da, yemek üstüne yenen tatlıları açıklıyor:) Yani sorunun nefsi idare edememekten ziyade, açlık hormonunun ekstra çalışmasından kaynaklandığını söylemek yanlış olmaz. Ancak ben bu durumun, zihin kontrolüyle çözülebileceğine inanıyorum. Ne de olsa basit komutla çalışan robotlardan bir farkımız var!

Açlık hormonu olan ghrelin’in tokluk durumunda çalışmasının, alkol ve kokain bağımlılığında ortaya çıkan duruma eşdeğer olduğu düşünülüyor. Özellikle şeker tüketiminin, beyinde kokainden daha güçlü bir bağımlılık yarattığını hatırladığımızda bu düşünce makul görünüyor.

Midemiz ağzına kadar dolu olduğu halde, neden yemek yemeye devam etmek isteriz? Milyon dolarlık soru bu işte…Eğer bu sorunun basit bir cevabı olsaydı, seve seve sizinle paylaşırdım, ancak gerçek şu ki, insanlar pek çok nedenlerden ötürü gereğinden fazla yiyorlar. Benim çay ya da kahvenin yanında mutlaka kek yemek zorunda olmam gibi:) Ghrelin hormonunun aşırı ya da zamansız salgılanması buna bir neden olabilir. İşin ilginç tarafı, bu hormon sadece mide tarafından değil, bağırsaklar ve de böbrekler tarafından da salgılanıyor. Şaka gibi…sanki vücut bizi sürekli gereğinden fazla yemeye programlıyormuş gibi…:(

Yapılan deneylerde de, dışardan ghrelin hormonu verilen kişilerin, normalin çok üstünde yemek yedikleri, tok olsalar da yemeye devam ettikleri görülmüş.

Peki açlık hormon seviyelerini belirleyen şey nedir?

Yaşam stili, açlık hormonu ghrelin seviyelerini etkileyen faktörlerin başında geliyor. Örneğin, kronik uykusuzluğun aşırı ghrelin salgılanmasına neden olduğu bilinen bir gerçek. Bu da, gece geç saate kadar oturmanın ve de az uykuyla ayakta durmanın neden kilo almayı hızlandırdığını açıklıyor.

İnsülin hormonu seviyesi ile ghrelin hormonu seviyesi arasında da bir ilişki bulunuyor. Yapılan bir deneyde, dışardan insülin hormonu verilen kişilerin kanındaki ghrelin hormon seviyeleri hızla düştü. İnsülin takviyesi sona erdiğinde ise ghrelin hormon seviyeleri normale döndü. İnsülin hormonu, yemeklerden hemen sonra yükselen kandaki şekeri düşürmek için çalışır. Böyle bir durumda ghrelin hormonunun azalması çok normal çünkü, ghrelin hormonu salgılanması kan şekerinin yükselmesine yol açar. Vücudun iki önemli hormon sisteminin birbirleriyle savaşması düşünülemez.

İnsülin hormonunun, tokluk hormonu olan “leptin” hormonu seviyelerini arttırdığını da düşündüğümüzde, insülin hormonunun iştahı kontrol etmekte ne kadar önemli rol oynadığını anlarız. Örneğin, şekerli bir şeyler yediğimizde vücudumuzda tam olarak aşağıdaki işlemler gerçekleşir:

  1. Tatlı bir şeyler yemeyi düşünürsünüz ve daha yemeye başlamadan, insülin hormonu salgılanmaya başlar. (Savaşa hazırlanan harekat gücü gibi…)
  2. Tatlıyı yerken, daha da çok insülin salgılanır.
  3. Açlık hormonu olan ghrelin salgılanması azalır.(Daha fazla yemeyi önlemek için)
  4. Tokluk hormonu olan leptin salgılanması artar.(Yemenin sona erdirilmesi için)
  5. Kan şekeri düşmeye başlar.

Tüm bunlardan çıkarılacak genel sonuç; vücut sistemleri tam olarak ne zaman yemeye son verilmesi gerektiğini bilir.

Ancak…şekerin kuzeni fruktoz (meyva şekeri), yukarıdaki normal hormon sıralamasını sekteye uğratır. Şekerin aksine fruktoz, açlık hormonu seviyelerini azaltmadığı gibi, tokluk hormonunun beyindeki etkisini engeller. Sonuç olarak, tükettiğiniz her 100 gram fruktozun 40 gramı yağa çevrilirken, 100 gram şekerin ancak 20 gramı yağa dönüştürülür. Taze meyvalardan alacağınız fruktozla bu miktara yaklaşamazsınız ancak, içtiğiniz her meyva suyu ve kolalı içeceğe, ambalajlanmış her unlu mamüle konulan mısırdan elde edilen “fruktoz şurubu” size ciddi anlamda soruna yol açar.

Bilim dünyası fruktozun obezite üzerindeki olumsuz etkilerini o kadar açık bir şekilde ortaya koydu ki, bilinçlenen tüketicilerin artması nedeniyle, Amerika kıtasında artık hazır yiyecek-içecek üreticileri fruktoz şurubunu ürünlerinden çıkarmanın yollarını arıyorlar.

Kontrolsüz yemenin tek nedeni hormonlar değil kuşkusuz…

Stres, asabiyet, üzüntü gibi her türlü negatif duyguyu bastırmak için, gereğinden fazla yemeye eğilimli olduğumuz bir gerçek. Bunun yanında büyük porsiyonların, açık büfe yemeklerin ve yiyeceklere kolay ulaşımın (dolaptaki bisküviler ve çikolatalar…) normalin üstünde insanları yemeye teşvik ettiği bir gerçek.

Yani, dönüp dolaşı yine aynı noktaya geliyoruz. Yiyip yiyip de duramamanın nedeni hormonal olsa bile, günlük hayatta yaptığınız her bilinçli seçimle gidişatı durdurmanız mümkün. Beslenme şeklinde değişiklik yapıp, o değişikliği alışkanlığa dönüştürmek sadece 21 gün alacaktır. Ama bu, 21 gün süren bir rejim programına benzemez. Değişikliklerin normal hayat programı içinde gerçekleşmesi gerekir. Zayıflamak için 40 gün lahana çorbası içseniz bile, 41. günde tekrar içmek istemezsiniz, çünkü kimse lahana çorbası içerek yaşayamaz. Ama sofrada kola-meyva suyu içmek yerine su içmek mümkün. Bir daha marketten eve bunları getirmezsiniz olur biter…

1 Comment

Filed under hormonlar, obezite, şeker ve fruktoz