Category Archives: hormonlar

Uykunu Söyle, Sana Kilonu Söyleyeyim…

40 yaş ve altındaki  insanlar üzerinde yapılan deneyler gösteriyor ki, günde 5 saat ve altında uyuyan kişilerin karın bölgesinde yağ toplama riskleri daha fazla…Ancak… 8 saatin üzerinde uyuyan kişiler de aynı sorundan muztarip. Durumu rakamlara dökecek olursak;

  • 5 saat ve altında uyuyanlar % 32 oranında,
  • 6 ila 7 saat uyuyanlar % 13 oranında,
  • 8 saat uyuyanlar % 22 oranında daha fazla karın bölgesinde yağ toplamaya başlıyorlar.

Yukarıdaki tablo, araştırmaya katılan kişilerin günlük kalori alımlarından, fiziksel aktivite durumlarından, eğitim ve sigara kullanım alışkanlıklarından bağımsız olarak gerçekleşti. Bu demek değildir ki, belli bir saatin altında ya da üstünde uyumak ekstra kilo alımına neden olur. Ancak açık olan bir şey varki, uykusuzluk ve kilo alımı hatta şeker hastalığı ve kalp hastalığı arasında yakın bir bağlantı var. Bu demektir ki, ideal kilonuzda kalmak istiyorsanız uyku düzeninize de dikkat etmeniz gerekiyor.

Belli bir sürenin altında ya da üstündeki uyku neden kilo problemine yol açar?

Tüm canlıların fizyolojik fonksiyonları “sirkadiyan ritim” denen fizyolojik uyku düzenine göre belirlenir. Vücut sistemleri bu şekilde çevresel düzendeki değişikliklere adapte olur. İnsanoğlunun uyku düzeni ve ritmi, yüzyıllar boyu “gece uyumak, gündüz ayakta kalmak” üzerine evrildi. Eğer kendinizi gece uykusundan mahrum ediyorsanız, ya da geceyarısı yemek yeme alışkanlığı geliştiriyorsanız vücudunuza “sistemde bir şeylerin normal olmadığı sinyalini” veriyorsunuz demektir. Jetlag yaşayan herkes bunun ne kadar rahatsız edici bir şey olduğunu bilir.

Vücudunuz yeteri miktarda uykuyla beslenmediği zamanlarda, “iştahı kontrol eden yani yemeye son verilmesi yönünde beyine sinyal gönderen ” leptin hormonu azalmaya başlar. Bu da “açlık sinyali” olarak çalışan ghrelin hormonunun artmasına neden olur. Yiyip yiyip de doymak bilmemek durumudur du.

Yapılan bir araştırmada,  iki gün boyunca günde 4 saat uyuyan insanlarda % 18 oranında daha az leptin, % 28 oranında daha fazla ghrelin salgılandığı görüldü. Deneye katılan kişilerin aynı zamanda daha fazla oranda şekerli ve nişastalı yiyecekler tükettileri izlendi. Beynin ana enerji kaynağı karbonhidratlı besinler olduğu için, uyku gerçekleşmediği zamanlarda beyin daha fazla şekerli besine ihtiyaç duyar.

Uzun lafın kısası…uyku eksikliği vücudu diyabetik-öncesi duruma sokarak, açlığı tetikliyor. Bunu ben kendi üzerimde çok net olarak gözlemliyorum. Geceyarısı çok erken saatte uyanmam gerektiği günlerde (sabah 2 – 3’te), çok sık bir şekilde açlık duygusu yaşıyorum.

Normalden az alınan uykunun özellikle bel bölgesinde şişmanlığa yol açması sadece estetik bir sorun değil. Karın bölgesinde biriken yağların kalp hastalığı ve  2.tip şeker hastalığıyla da çok yakından ilintisi var.

Normalin üstünde alınan uyku da (9 – 10 saatin üstünde) şişmanlığa neden oluyor. Araştırma sonuçları, bu oranda uyuma alışkanlığı gösteren kişilerin 6 yıl içinde % 21 oranında daha fazla oranda obez olma riskine sahip olduklarını gösteriyor.

Peki ne kadar uyumak gerekir?

Pek çok insanın sorunu fazla uyumaktan kaçınmaktan ziyade, yeterli miktarda uykuyu alamamak. Genel olarak, 8 saatlik uykunun ideal olduğu üzerinde fikir birliği var. Ancak, ideal uyku miktarı kişiden kişiye değişir. Kendiniz için ideal uyku miktarını ancak deneye yanıla bulabilirsiniz. Bunu da her gece yatağa gitme saatinizi değiştirerek başarabilirsiniz. Yaşınız ve fiziksel aktivite durumunuz, uyku ihtiyacınızı belirleyen en önemli unsurlardır. Çocukların daha fazla uykuya ihtiyacı olması bundandır. Uyku, özellikle büyüme çağındaki çocuklar için oldukça önemlidir, çünkü büyüme hormonu gece saat 10 ile sabah 2 arasında eğer çocuk uyku halindeyse salgılanır. Ben de zamanında yatağa gitmeyen kızıma bunu söylerim “Çok kötü, bu gün büyüme fırsatını kaçırdın” 🙂

Leave a comment

Filed under hormonlar, obezite

Bağırsakla Beyin Arasındaki Bağlantı Nedir?

Pek çok insan bağırsak sisteminin aslında ikinci beyin olduğunu bilmez. Ben de yeni öğrendim…Görünüşe bakılırsa, bağırsak sistemi besinleri sindirmek dışında;

  • Zihni,
  • Ruh halini
  • Davranışları etkiliyor.

Çok yaygın olarak henüz bilinmese de, araştırma sonuçları bağırsak sistemindeki bakteri popülasyonunun “hayata karşı pozitif duruş ve davranış” geliştirmeye yardım ettiğini; depresyon ve davranış problemlerinin bağırsaktaki bakteri popülasyonunun dengesizliğiyle ilgili olabileceğini ortaya koyuyor.

Örneğin, “Neurogastroenterology & Motility” bilim dergisinde yayımlanan araştırma sonuçlarına göre, bağırsaklarında faydalı bakteri popülasyonundan yoksun olan labaratuvar farelerinin, sağlıklı bağırsak bakteri popülasyonuna sahip olan farelere kıyasla çok daha farklı davranışlar gösterdiği; bu farelerin daha sıklıkla “riskli davranışlara” eğilimleri olduğu görüldü. Bu değişiklik, farelerin beyinlerindeki nörokimyasal değişikliklerle de kendini gösterdi.

Bu da gösteriyor ki, beslenme şekline bağlı olarak değişiklik gösteren bağırsaktaki bakteri popülasyonu, aynı zamanda zihinsel sağlıkla da yakından ilintili.

Bağırsak sistemiyle beyin arasındaki bu yakın ilişkinin kaynağı, her iki sistemin de aslında aynı tip dokudan yapılmasından kaynaklanır. Anne rahmindeki cenin gelişiminin ilk safhasında, aynı hücre dokusunun bir kısmı merkezi sinir sistemini oluştururken, diğer kısmı da bağırsak sinir sistemini oluşturur. Bu iki sistem, beyin sapından doğrudan karna giden “vagus siniri” ile bağlanır. Yani beyin ve bağırsak sistemi arasında direk bağlantı bulunur. Böylelikle birbirlerini etkilerler. Bağırsak sisteminin sağlıklı işlemesinin, zihin sağlığı üstünde oldukça etki bırakmasının nedeni budur.

İşin daha da ilginç tarafı ruh hali, depresyon ve saldırganlık durumunun kontrol edilmesinde görev yapan “serotonin” nörotransmitter kimyasal maddesinin çok büyük miktarlarda bağırsakta bulunmasıdır. (Beyinde çok daha az miktarda bulunur). Bağırsak aynı zamanda 100 milyon sinir hücresine de ev sahipliği yapar. Bu sayı, omurilik ve çevresindeki periferal sinir sistemdeki sinir hücrelerinin saysından bile daha fazladır.

Bağırsak sinir sistemi o kadar etkilidir ki,  bu bölgeden direk olarak beyine giden sinirler duygusal durumumuzu büyük ölçüde belirler. Bu nedenledir ki, depresyon tedavisi için kullanılan ilaçlar bağırsak sistemini etkiler. Vücudun serotonin miktarının %95’inin bağırsaklarda bulunması nedeniyle, antidepresyon ilaçları serotonin miktarını arttırarak, bağırsak sisteminde pek çok yan etkiye neden olurlar.

Bağırsak sistemi bozuklukları beyinde meydana gelen bozukluklarla çok yakından ilintilidir.

Çocuklarda “otizm” hastalığının bağırsak sistemi hastalıkları ve beyinle olan yakın ilgisi üzerine yayımlanmış yüzlerce araştırma yayını bulunuyor. Örneğin, gluten intoleransı otizmde sıklıkla görülen bir durum olması nedeniyle, probiyotiklerle desteklenen otistik çocukların önemli oranda iyileşme gösterdiği biliniyor. (Gluten, tüm buğday ürünlerinde, darı, bulgur, yulafta bulunan bir proteindir. Bazı insanların bağırsaklarında yeterli enzim bulunmadığı için bu protein sindirilemeden kana karışarak, alerjik reaksiyona neden olur. Probiyotikler ise bağırsakta faydalı bakteri oluşumunu sağlayan, dışardan bakteri takviyeleridir. Sindirime yardım etmeleri nedeniyle önemlidirler).

Yapılan pek çok araştırma sonucu, beyinde sinir hücreleri arasında bağlantıyı sağlayan genetik şifrenin aynı zamanda bağırsaktaki sinir hücreleri arasındaki bağlantıyı da düzenlediğini ortaya koydu.

Bağırsak sistemindeki bakteri popülasyonunu optimize etmenin yolu nedir?

Bağırsakta yaşayan faydalı ve zararlı bakterilerin oranını dengelemek aslında oldukça basit. Yapılması gereken ilk şey, gereğinden fazla şeker ve işlenmiş besin tüketimini azaltmak. Bunun nedeni, şekerin bağırsakta yerleşen patajonik bakteriler ve mantarlar tarafından enerji kaynağı olarak kullanılmasıdır. Şekerin bu şekilde tüketiminden sonra açığa çıkan atık maddeler de birikerek, sağlığa tehdit olurlar. Şeker ve işlenmiş yiyeceklerden uzak durduğunuz zaman, bu süreç sekteye uğrayarak bağırsaktaki faydalı bakterilerin sayısı artmaya başlar. Son derece düşük şeker oranlı bir diyetle beslenmenize rağmen, aşağıdaki durumlardan herhangi biri de bağırsaktaki faydalı bakteri oranını azaltabilir;

  • Antibiyotik kullanımı
  • Klorlanmış su
  • Antibakteriyel sabun kullanımı
  • Tarım ilaçlarıyla yıkanmış besinler
  • Hava kirliliği

Kontrolümüz dışındaki bu durumlara karşı önlem olarak, bağırsak sistemimizi faydalı bakteri yönünden zenginleştiren yiyecekler tüketebiliriz. Bunların başında “yoğurt, kefir, ayran, turşular” geliyor. Pastorize edilmemiş ürünler tüketmek de yapabileceğimiz diğer şey, çünkü pasterizasyon sırasında pek çok probiyotik madde de yok oluyor.

Kanımca, bağırsak sistemini güçlendiren en iyi şey “yağı azaltılmış yoğurt” tüketmektir. Türk mutfağında yoğurtla yapılan bir sürü yemek olmasını bu yünden büyük bir avantaj olarak görüyorum. Çünkü şu anda yaşadığım Kanada’da yoğurt sadece kasede yenen bir sos gibi düşünülüyor. Yoğurttan çorba yapılabileceğini söylediğimde pek çok Kanada’lının şaşkınlık içinde kalması bunu gösteriyor.

1 Comment

Filed under hormonlar

Tabaktaki Soya Tehlikesi

1990’lı yılların başında soya ve soya katkılı besin maddeleri “süper sağlık vaadleriyle” süpermarket raflarını doldurmaya başladı. Bu “mucizevi besin maddesi” nin kolestorolü düşürdüğü, menapoz öncesi belirtileri hafiflettiği, göğüs ve prostat kanserine karşı koruduğu iddia edildi. Sorun şu ki, bilim dünyasi bu iddiların pek çoğunun yanlış olduğunu anlamış durumda. Bugüne kadar yazılı ve sözlü medyada soya mucizesi hakkında ne duyduysanız….YANLIŞ!!!

Soyanın mucizevi besin olarak ani çıkış yapmasının tek nedeni, kurnaz pazarlama ve reklam teknikleriyle besinlerin maliyetini düşürmek. Soya fasülyesi özellikle Amerika kıtasında o kadar bol ve ucuz bir hasat ki, büyük yiyecek firmaları herşeyin içine soyayı dahil ederek maliyetlerini düşürmenin peşindeler.

Soya fasülyesi nedir ve yiyeceklerin içine nasıl girer?

Amerikan Soya Besinleri derneği izole edilmiş soya proteinini şöyle tanımlıyor:

“İzole edilmiş soya proteini, soya fasülyesinin karbonhidrat ve yağdan arındırılmış ve %90 ila %95 oranında protein içeren kısmıdır”

İzole edilmiş soya proteini, şişelenmiş meyva sularında, enerji ve spor içeceklerinde, hazır çorba ve soslarda, soya sütünde, soya sosunda, tofuda, et yerine geçen analoglarda, kahvaltı gevreklerinde, pastane ürünlerinde bulunur.

Soyanın en büyük tehlikelerinden biri,  soya fasülyesinin %90 ila %95 oranında genetik manipülasyona uğratılmasından kaynaklanır. Bunun nedeni, genetik olarak değiştirilen soya bitkisi yüksek oranda tarım ilacına dayanıklı olur. Soya üreticileri için harika haber ama tüketici için çok ciddi sağlık tehdidi….

Genetik olarak değiştirilmiş soya fasülyesi tüketimi vücutta ciddi hormonal sorunlara ve hamile kadınlarda düşüklere neden olur. İçindeki “glyphosate” maddesi, kadınların üreme sistemlerinde ciddi dengesizliklere yol açar. Dahası, bu madde anne karnındaki bebeğe besin ulaştırılması ve atık maddelerin dışarı atılmasından sorumlu plasentaya zarar verir. Bu da premature düşüğe sebep olur. Anne karnındayken düşük miktarda bu maddeye maruz kalan bebeklerde aşağıdaki ciddi kalıtımsal kusurlar oluşur.

  • Küçük kafatası çevresi
  • Merkezi sinir sisteminde genetik değişimler
  • Kafatasını oluşturan hücrelerde hızlı yokolma
  • Kemiğin kıkırdak yapısında deformasyon
  • Göz deformasyonu
  • Gelişmemiş böbrekler

2010 yılının Nisan ayında Rusya’nın genetik araştırma yapan enstitüsünde (Institude of Ecology and Evolution of the Russian Sciences) yapılan bir deneyde 2 yıl boyunca labaratuvar farelerine genetik şifresi değiştirilmiş soya besini verildikten sonra, 3. jenerasyondan itibaren farelerin tamamen üreme kabiliyetlerini kaybettikleri görüldü.

Genetik olarak değiştirilmiş soyanın tehlikelerine biraz daha yakından bakalım…

Kadınlarda Kısırlık:

2009 yılında Brezilya’da yapılan bir deneyde 15 ay boyunca soyayla beslenen dişi farelerin rahimlerinde ve üreme döngülerinde ciddi değişikler olduğu görüldü. Genetik olarak değiştirilen soya ürünleri tüketen insanlarda ise ciddi hormon değişikleri, normalden fazla östrojen salınımı ve beyindeki pituary bezinde hasar olduğu ortaya çıkarıldı.

Erkeklerde Ereksiyon ve Libido Kaybı:

Uzakdoğunun manastırlarında yaşayan rahiplerin seks dürtülerini yok etmek için soyadan oluşan vejateryan diyet izlediğini biliyormuydunuz?

Soyada bulunan “genistein ve daidzein” maddeleri östrojen hormonunu mimik ederek, erkeklerde aşağıdaki sorunlara yol açar:

  • Göğüs dokusunda büyüme
  • Yüz ve bedende tüy azalması
  • Seks dürtüsünde azalma
  • Değişken ruh hali
  • Ereksiyon problemleri
  • Düşük sperm sayısı

Tiroid Bezinde Sorunlar:

Soyada yüksek oranda bulunan “isaflavone” maddeler, tiroid bezinde strese neden olarak aşağıdaki sorunlara yol açarlar

  • Depresyon ve çabuk değişen ruh hali
  • Uykusuzluk
  • Kilo vermede sorun
  • Çocuk sahibi olmada sorun
  • Sindirim sistemi rahatsızlıkları
  • Besin alerjileri

Mineral Eksiklikleri:

Soyada bulunan besin karşıtı madde denen “phytic asit”, vücut için elzem olan kalsiyum, magnesyum, bakır, demir ve çinko eksikliğine neden olur. Soyanın bu etkisi uzun zamandır bilindiğinden, soyadan yapılmış bebek mamaları bu minerallerle destekleniyor. Soyadaki bu maddeyi yok etmek için soya fasülyesi büyük alüminyum kazanlarda asit karışımı içinde yıkanıyor. Besin karşıtı maddelerin bir kısmı bu işlemden sonra yok edilmelerine karşın, alüminyum kazanlardan soya fasülyelerine alüminyum geçmesi önlenemiyor. Alüminyum, özellikle beyin gelişimi için son derece toksik bir metaldir ve aşağıdaki, sorunlara yol açar:

  • Antisosyal davranış
  • Öğrenme güçlüğü
  • Alzheimer hastalığı ve bunama

Bebek Mamalarındaki Zehir:

Soyayla desteklenmiş bebek mamaları, bebeğinize verebileceğiniz en tehlikeli besin maddesidir!!! Soya mamalarında normalden 6 ila 11 kat daha fazla bulunan “isoflavone” maddesi, bebeklerin hormonal yapılarında ciddi bozukluklara yol açarak aşağıdaki sorunlara neden olur.

  • Davranış bozuklukları
  • Besin alerjileri ve sindirim bozuklukları (ciddi anlamda kolik bebekler)
  • Erken yaşta ergenlik ve doğurganlık sorunları
  • Astım
  • Tiroid hastalıkları
  • Kanser
  • Erkek çocuklarda göğüs büyümesi

Soyayla desteklenen mamalar aynı zamanda son derece toksik olan alüminyum ve manganez içerdiklerinden, beyinde hasara ve davranış problemlerine de yol açarlar.

Leave a comment

Filed under hormonlar, kronik hastalıklar, obezite, yapay katkı maddeleri

Yapay Tatlandırıcı Tuzağı

Eğer ekstra kaloriden kaçınmak için yapay tatlandırıcılı besinler ve içeceklerin peşinden gidiyorsanız, boşuna zaman harcıyorsunuz demektir. Yapay tatlandırıcıların iştahı önemli oranda arttırdığı ve de gereğinden fazla kalori alımına yol açtığı pek çok deneyle ispatlanmış durumda.

Purdue Üniversitesinde yapılan araştırmada, yapay tatlandırıcıyla beslenen  labaratuvar farelerinin  normal şekerle beslenen farelere oranla çok daha fazla kilo aldığı görüldü. Bunun nedeninin,  yapay tatlandırıcıların normal şekerden 300 kat daha fazla tatlı olması nedeniyle, yapay tatlandırıcıyla beslenen kişilerin ekstra kalori tüketmeye çok daha yatkın olduğu belirlendi.
18,000 kişi üzerinde yapılan diğer bir araştırmada ise, düzenli olarak günde 1 kutu diyet içecek tüketen kişilerde %30 ila %40 oranında daha fazla metabolik hastalıkların ortaya çıktığı görüldü.

Yapay tatlandırıcı mekanizması şu şekilde işler. Ağzınıza koyduğunuz her şekerli besin maddesi gibi, yapay tatlandırıcılar da beyne şekerli bir besin geldiği yönünde sinyal verir. Kalorisi olsun ya da olmasın, vücut anında insülin hormonu salgılamaya başlar. İnsülin hormonu kandaki şekeri temizlemek üzere görev başı yapmasına rağmen, kana gerçek şeker karışmayınca insülin salgılanması sona erer. Ancak halihazırda salgılanmış insülin hormonu bu sefer kandaki mevcut şekeri düşürmeye başlar. Bu da bir şeyler yeme ihtiyacı yaratarak, iştah duygusunun sürekli yüksek olmasına neden olur. İştah sürekli açık olunca ne olduğunu hepimiz biliriz.

Amerika’da 80,000 kadın üzerinde yapılan bir araştırmaya göre, düzenli olarak yapay tatlandırıcı kullanan kadınlar 1 yıl içinde normal şeker kullanan kadınlara kıyasla çok daha fazla kilo aldılar.

Peki iştah mekanizması nasıl işler?

Vücudun otomatik olarak kalori alımını sınırlayan bir termostat ayarı vardır. Yeterli kalori alındığı andan itibaren; mide, ince bağırsak ve karaciğer hücreleri beyne yemek yemeyi durdurması yönünde sinyal verir. Sinir sistemi de gerekli hormonları salgılayarak bu sinyale destek olur. İştah mekanizması bu şekilde kontrol altına alınır. Aksi takdirde bardak ağzına kadar suyla dolu olduğu halde su koymaya devam etmek gibi, sürekli yemeye devam ederdik. Bu durum tersine de çalışabilir. Örneğin, bir öğünü hafif bir şeyler yeyip geçiştirdikten sonra, vücut bir sonraki öğünde eksik kalan kalori miktarını kapatmak için sizi ekstra kalori tüketimine teşvik eder. Bu şekilde eksik kalan enerji miktarı tamamlanmış olur. Sindirim sistemi doğru çalışmayan kişilerin sorunu da budur. Bu kişiler yedikleri besinleri etkin bir şekilde enerjiye çeviremedikleri için, bir sonraki öğünde kendilerini sürekli “aç” hissederler çünkü vücut enerji açığını iştahı kontrol etmek yoluyla kapamaya çalışır. Sindirim enzim haplarının kilo verilmesinde faydalı olmasının nedeni de budur. Hap yoluyla, sindirim sistemi dışarıdan desteklendiğinde, vücut aldığı besinleri daha etkin bir şekilde enerjiye çevirir ve iştah mekanizması normale döner. Eğer süreki enzim hapı içmek istemiyorsanız (zaten oldukça pahalıdırlar), her öğünde mutlaka salata yeme alışkanlığı edinin. Pişirilmemiş besinler yüksek oranda doğal enzim içerdiklerinden, sindirimin daha etkili çalışmasına yardım ederler.

Rejim nedeniyle kalori alımını her kısıtladığınızda, vücut açık kalan kalori miktarını tamamlamak için iştah mekanizmasını sürekli açık tutar. Sürekli aç gezmek nedeniyle, vücut sistemleri “kıtlık” alarmı vererek alınan besinlerin çoğunu yağ depolarında biriktirmeye başlar. Bu nedenle her sona eren rejimden sonra insanların çok kısa bir süre içinde tekrar kilo almalarının nedeni budur. Yani “yo-yo diyetleri” adını burdan alır. Vücuda sürekli kalorisiz besin depolamakla, yapay tatlandırıcılar da aynı duruma neden olurlar. Ne kadar az enerji alırsanız, iştahınız o kadar açık olur.

Hayvan besicileri bunu çok iyi bilirler. Kesim zamanına doğru, büyük başlı hayvanların  normalden daha hızlı şişmanlamaları tercih edildiğinden, hayvan yemlerinin içine yapay tatlandırıcı olan konsantre “sakarin” karıştırılır. Bu şekilde hayvanlar normalden daha fazla yem tüketerek, vücutlarında daha fazla yağ depolamaya başlarlar. İnsanlara da olan şey bu değilmidir zaten? Yıllarca diyet kolalı içecekler tüketen kişilere bir bakın. Sıfır kalorili içecekleri içerek zayıflamayı başaran birini bulamazsınız. Araştırma sonuçları gösteriyor ki, sıfır kalorili içecekleri tüketen kişilerin iştahı 90 dakika aradan sonra bile artış gösteriyor. İştah mekanizmasını kapatabilene aşkolsun!

Uzun süre yapay tatlandırıcı kullanan kişilerde, iştah artışının yanısıra başka sorunlar da ortaya çıkar. Yapay tatlandırıcılar, dildeki tat hücrelerini sürekli şekerin geldiği yönünde uyardığından, beyinde sürekli olarak “açlık” mekanizması çalışır. Beyin aynı zamanda karaciğere alınan besinleri depolaması yönünde talimat verdiğinden (kıtlığa karşı önlem almak için), vücut ihtiyacı olan enerji seviyelerini yakalayamayarak halsiz düşmeye başlar. Bu da kronik halsizliğe neden olur. Öte yandan pankreas, “sahte” şekerin kan şekerini yükseltmediğinin ayırımına vararak daha az insülin hormonu salgılamaya başlar. Vücut buna “depresyon” belirtileri göstererek karşılık verir, çünkü mutluluk hormonu olan “serotonin” şeker olmaksızın düşük kalır. Depresyondan çıkmanın  tek yolu, doğal şeker tüketimine geri dönerek, insülin hormon seviyelerini normale döndürmektir.

Obezite ve depresyona yol açmalarının yanısıra, yapay tatlandırıcılar “uykusuzluk, baş ağrısı, hafıza kaybı, mide bulantısı, menapoz öncesi sendromu, panik atak ve göğüs kanserine” de yol açmakta. Özellikle “Aspartame” ın merkezi sinir sistemine hasar verdiği biliniyor. Aspartame’ın 2-3 aylık bir raf ömrü vardır. Bu zamandan sonra içindeki kimyasal maddeler ayrışarak sağlığa önemli zararlar vermeye başlar. Aynı durum, aspartame içeren besin/içeceklerin ısıya maruz kalması nedeniyle de ortaya çıkabilir. (Çaya atılan aspartame’a dikkat!!!)

Yüzlerce uçak pilotunun, yapay tatlandırıcılı içecekler tükettikten sonra hafıza kaybı, başağrısı, görme bozuklukları ve sindirim sistemi rahatsızlığı yaşadığı rapor edildi. Eğer hamile kadınlar fazla kilo almamak için diyet içecekler/besinler tüketirlerse, yapay tatlandırıcıların parçalanması nedeniyle plasentada biriken “methyl alkol” beyin hücreleri henüz gelişmekte olan fetus üzerinde ciddi hasarlara neden olabilir.

Leave a comment

Filed under hormonlar, obezite, yapay katkı maddeleri

Doğanın Doğal Depresyon İlaçları

“Depresyondayım….” demezmiyiz birbirimize her canımız sıkıldığında. Trafik canavarları yollarda cirit atar, patronun istekleri bir türlü bitmez, derdinizi anlattığınız herkes başka bir reçete sunar bayıla bayıla…ama psikologlara anlata anlata bitmez dertler. Zaten o kadar uzun boylu dinlemez hiçbir doktor çünkü antidepresant ilaç yazmak çok daha kolay hale geldi teknolojinin geldiği şu son noktada. Ama bu ilaçların yan etkilerinden bahsetmez hiç kimse. Bu ilaçların vücutta yarattıkları negatif yan etkiler o kadar çok ki, depresyona yol açmamak için bu konuya hiç girmemeyi tercih ediyorum:)

Depresyon sırasında, beyindeki “serotonin” ve “dopamine” adı verilen, beyin hücreleri arasında iletişimi sağlayan kimyasal maddeler azalır. Bilim camiası henüz, depresyonun mu bu maddelerin azalmasına neden olduğunu ya da bu kimyasal maddelerin mi depresyona yol açtığına karar veremiyor. Depresyon ilaçlarının yaptığı şey de, depresyon sırasında azalan bu beyin kimyasallarını ilaçlar yoluyla”geçici olarak” arttırmak.

Doğanın insan vücudunda oluşabilecek her türlü hasara karşı olduğu gibi, depresyona karşı da pek çok %100 doğal çözümü var. Ağza ilaç atmak kadar kolay olmasa da, belli başlı besin gruplarını mutfakta sıkça bulundurmak moralinizi düzeltebilir. Üstelik hiçbir yan etkiye maruz kalmadan…

*Balık yağı: Araştırma sonuçları gösteriyor ki, depresyon hastalıkları balık tüketiminin en az olduğu ülkelerde sıklıkla görülüyor. Balık yağındaki omega-3 yağ asitlerinin pek çok psikolojik rahatsızlığa iyi geldiği uzun zamandır biliniyor. Balık yemekten hoşlanmıyorsanız eğer, keten tohumu ve de ceviz de yüksek oranda omega-3 içerir.

*Kuru baklagiller: İçerdikleri yüksek “folik asit” nedeniyle, kuru baklagil tüketimi (kuru fasülye, nohut, kırmızı ve yeşil mercimek vs) beynin depresyona karşı korunmasına yardımcı olur. Folik asit, beynin mutluluk kimyasalları olan serotonin ve dopamin maddelerinin üretiminde yer alması nedeniyle önemlidir. Düşük folik asit oranının, depresyon riskini %42 oranında arttırdığı yapılan araştırmalarla tespit edildi.  Vücudumuz, sağlıklı beyin fonksiyonu için günde 400 mg. folik aside ihtiyaç duyar. Bu ihtiyacı aşağıdaki besinlerden karşılayabilirsiniz:

  • Yarım su bardağı nohut (140 mg. folik asit içerir)
  • Yarım su bardağı kırmızı mercimek (180 mg. folik asit içerir)
  • Yarım su bardağı kuru fasülye (136 mg. folik asit içerir)

*Çikolata: Canımız sıkıldığında çikolataya sarılmamızın iyi bir nedeni var. Çikolatadaki “phenylethylamine” ve “anandamine” maddeleri, beyin hücreleri üzerinde yatıştırıcı, yorgunluk giderici etkiler gösteriyor. Ayrıca içerdiği kafein maddesi nedeniyle de, çikolata beyin hücrelerini uyarır.

*Safran: Özellikle İran’da bu baharat depresyonun tedavisinde kullanılıyor. Safranın etkisi, antidepresan ilaç olan Tofranil ile yarışıyor. Ancak küçük bir ayrıntı…Safran oldukça pahalı bir baharat. 1 gram safran 10 dolara satılıyor!!!

*Turmerik: İçerdiği “curcumin” maddesi, beyindeki serotonin ve dopamin maddelerinin kontrol edilmesinde oldukça etkili. Bu maddenin Alzheimer hastalığına karşı koruduğu da biliniyor. Hint körisine sarı rengi veren bu baharat, safran yerine kullanılabilir.

*Ceviz: Yüksek oranda serotonin maddesi içermesi nedeniyle, depresyona karşı korur. Ceviz aynı zamanda omega-3 yağı açısından da zengin olması nedeniyle, morali sürekli yüksek tutar.

*Zencefil: İçerdiği “caffeic asit, melatonin ve quercetin” maddeleri nedeniyle, eski zamanlardan beri morali düzeltmek için kullanılır.

*Ayçiçeği çekirdeği: Antidepresan karşıtı madde olan “phenylalanine” maddesini yüksek oranda içerir. Yüksek oranda folik asit içermesi nedeniyle de depresyona karşı korur.

Leave a comment

Filed under hormonlar, kronik hastalıklar, mucizevi besinler

Tiroid Hormonu ve Metabolizma Hızı

 Tiroid hormonu nedir?

Tiroid hormonu vücudun tüm metabolizmasını kontrol eder. Hücrelerin metabolizma hızını düzenler, vücutta protein moleküllerinin oluşumuna etki eder, büyüme hormonuyla beraber sağlıklı kemik oluşumunu sağlar. Protein, yağ ve karbonhidrat metabolizmasını kontrol eder. Vücudumuzun ısı üretmesi tiroid hormonu sayesinde meydana gelir.

Tiroid hormonuyla vücut ağırlığı arasındaki ilişki nedir?

Tiroid hormonu, metabolizma oranı ve vücut ağırlığı arasında çok komplike bir bağlantı vardır. Tiroid hormonu hayvanlarda ve insanlarda vücudun metabolizma hızını belirler. Metabolizma hızı, vücudun belli bir zaman diliminde tükettiği oksijen oranıyla bağlantılıdır. Eğer bu oran vücut istiharet halindeyken belirlenirse, buna bazal metabolik oran (BMR) adı verilir. Bu oran, kişilerin tiroid hormon seviyelerini ölçmek amacıyla kullanılabilir. Bazal metabolik oranı düşük olan kişilerin tiroid hormonu düşük olurken, bazal metabolik oranı yüksek olan kişilerin tiroid hormon seviyeleri yüksek olur. Ancak unutmamak gerek ki, bazal metabolik oran tiroid hormonundan bağımsız olarak, çeşitli şartlar altında değişiklik gösterebilir. Örneğin kişinin fiziksel aktivite durumu, vücuttaki sıvı miktarı ve bazı besinlerin tüketilmesi metabolizma oranını değiştirebilir. Bu nedenle bazal metabolik oran, tiroid hormon seviyelerinin belirlenmesinde doktorlar tarafından kullanılmamaktadır.

Metabolizma oranıyla vücut ağırlığı arasındaki ilişki nedir?

Metabolizma oranındaki farklılıklar, vücudun enerji dengesindeki değişikliklerle ilgilidir. Enerji dengesi, besin yoluyla dışardan alınan kalorilerle vücudun enerji için sarfettiği kalori arasındaki farkı gösterir. Metabolizma oranı ilaçlar yoluyla arttırılan deney hayvanlarının vücut ağırlıklarında azalma olduğu biliniyor. Ancak metabolizma oranı tek başına tiroid hormon seviyeleri ve vücut ağırlığı arasındaki ilişkinin tümünü açıklayamıyor. Örneğin, soğuk ortama maruz bırakılarak metabolizma oranı düşürülen deney hayvanları, beklenen oranda kilo artışını göstermiyor. Tiroid hormon seviyelerinin yanısıra, vücutta pek çok protein ve kimyasal maddenin vücut ağırlığı, kalori alımı ve enerji sarfiyatını etkilediği biliniyor. Bu nedenle sadece tiroid hormonu seviyelerini baz alarak vücut ağırlığında değişiklikler yapmak mümkün değil.

Normalden yüksek tiroid (hipertiroid) oranıyla, vücut ağırlığı arasındaki ilişki nedir?

Hipertiroidi olan kişilerde kilo kaybı görülmesi olağandır. Kilo kaybının miktarı, tiroid hormonundaki artışın seviyesine göre değişiklik gösterir. Tiroid hormonu belli bir seviyenin üstüne çıktığında, metabolizma oranı artmaya başlar. Eğer dışardan kalori alımı aynı seviyede gerçekleşmezse, kilo kaybı yaşanır. Ancak hipertiroid aynı zamanlarda iştahı da arttırdığı için, alınan ekstra kaloriler nedeniyle kilo artışı bile yaşanabilir.

Hipertiroid tedavi edildiğinde neden kilo artışı yaşanır?

Normal olmayan seviyede yüksek olan tiroid hormonu ilaçlarla normal seviyeye çekildiğinde, eğer dışardan kalori alımı düşürülmezse, düşen metabolizma oranı nedeniyle kilo artışı olması normaldir. Bu da, tiroid hormonunda yapılacak manipulasyonların obez hastalarda kilo kaybı yaratmak için kullanılamayacağını ortaya koyuyor. Çünkü bu kişilerde tiroid hormonu geçici olarak arttırılsa bile, hormon tedavisine son verildiğinde verilen kiloların geri alınacağı çok aşikar.

Normalden düşük tiroid (hipotiroid) hormonuyla, kilo alımı arasındaki ilişki nedir?

Tiroid hormonu düşük olan kişilerde, metabolizma oranının yavaşlaması nedeniyle vücut ağırlığında artış görülür. Ancak kilo alımı, düşünüldüğü kadar fazla olmaz. Genellikle kilo artışı 2.5 ila 5 kilo arasında gerçekleşir. Bu kilo artışının büyük kısmı da, vücudun normalden daha fazla tuz ve su tutmasından kaynaklanır. Hipotiroidi olan kişilerde ciddi anlamda kilo artışı yaşanması çok seyrektir.

Düşük tiroid seviyesi ilaçlarla normale getirildiğinde, ne kadar kilo kaybı beklenir?

Düşük tiroid nedeniyle alınan kiloların büyük çoğunluğu vücudun su ve tuz tutmasından kaynaklandığı için, tedavi sonrasında vücut ağırlığında ancak yaklaşık %10 oranında azalma yaşanır. Hipotiroid hastalığı genellikle uzun zaman döneminde ortaya çıktığı için, hormon tedavisinden sonra kilo kaybı yaşanmayabilir de.

Tiroid hormonu tedavisi kilo kaybı yaratmada kullanılabilir mi?

Tiroid hormonu, geçmişte kilo kaybı yaratmak amacıyla kullanıldı. Yapılan pek çok deney, tiroid hormonu tedavisiyle diyet yapmaktan daha fazla kilo verdirilebildiğini gösterdi. Ancak her devasında, tiroid hormon tedavisi sona erdirildiğinde, verilen kilolar geri alındı. Ayrıca verilen kilonun önemli oranda vücut kaslarında azalma olmasından kaynaklanması nedeniyle, tiroid hormon tedavisi kilo kaybı yaratmada kullanılmamaktadır. Kısacası, tiroid hormonu tedavisiyle önemli oranda kilo kaybı yaşanmamakla beraber, suni hormon takviyesi nedeniyle pek çok metabolik hastalıkların da ortaya çıkması muhtemeldir.

2 Comments

Filed under hormonlar, kronik hastalıklar, obezite

İştah Kesen Hormon- CCK

Kolesistokinin hormonu (CCK) , ince bağırsak hücreleri tarafından salgılanarak beynin iştah kontrol merkezi olan hipotalamus üzerinde etki gösteren bir hormondur. Bu hormon, en basit anlamda beyne “yemeğe son vermesi” yönünde sinyal verir. Bu hormon, mideyle ince bağırsak geçişindeki “vanayı” kapatarak, besinlerin mideden ince bağırsağa geçişini önler. Bu şekilde besinler midede daha uzun süre durduğu için “tokluk” hissi daha uzun süre yaşanır. Ancak CCK hormonunun devreye girmesi 10 dakikadan önce olmaz. 5 dakikada yemeği mideye götürenlere kötü haber!!!

1960’larda bu hormonun keşfedilmesiyle beraber, bu hormonun iştahın kontrol edilmesi üzerindeki etkileri pek çok hayvan ve insan deneyleriyle ispatlandı. Örneğin, CCK hormonu verilen fareler yarım saat içerisinde yemeyi durdurdular. CCK hormonu bloke edilen hayvanların iştahları belirgin bir şekilde arttı.
1980’lerde bu hormon insanlar üzerinde denenmeye başlandı. Damardan CCK hormonu verilen insanların iştahlarının %20 oranında azaldığı görüldü. Bir sonraki aşamada da hangi tür besinlerin bu hormonun salgılanmasında etkili olduğu ortaya çıkarıldı.

Araştırma sonuçlarına göre, CCK hormonu aşağıdaki besinlerin tüketiminden sonra belirgin bir şekilde artmakta:

–         Protein

–         Yağ

–         Patates

–         Çözünür lif/posa (elma, yulaf, portakal, üzüm, kuru baklagiller, tam buğday ekmeği)

20 yılı aşkın süredir Avustralya’nın Sidney Üniversitesinde bu konuda araştırmalar yapan Dr.Suzanne Holt, oluşturduğu “İştah Endeksi” ile hangi tip besinlerin daha uzun süre tokluk yarattığını ya da iştahı daha uzun süre kestiğini belirledi. Dr. Holt, laboratuvarında insan denekler üzerinde yaptığı deneylerle beyaz ekmeğin iştah doyurucu etkisini %100 oranında baz alarak pek çok besinin iştah endeksini belirledi.

Bu endekse göre, aşağıdaki besinler iştahı durdurmak açısından oldukça etkili:

–         Patates %323

–         Balık %225

–         Yulaf ezmesi %209

–         Portakal %202

–         Elma %197

–         Kepekli makarna  %188

–         Biftek %176

–         Kurubaklagiller (kuru fasülye, nohut vs.) %168

–         Üzüm %162

–         Tam tahıllı ekmek %157

Genel olarak Dr. Holt’un iştah endeksi gösteriyor ki, yüksek karbonhidratlı, düşük lifli/posalı, düşük protein oranlı besinler CCK hormonun en az arttıran besinler. Yani bu tür besinleri çok miktarda yesek bile iştahımız kolay kolay kapanmıyor. Bunun istisnası olan patates yüksek oranda karbonhidrat içermesine rağmen, iştah doyuruculuğunda oldukça yüksek bir yerde bulunuyor. Bunun nedeni, patatesin içindeki Pot-II proteininin CCK hormonunu stimüle etmesi. Patates dışındaki pek çok karbonhidrat içeren besin maddesi tam tersine etki göstererek iştahı tetikliyor. Karbonhidratı azaltılmış diyetlerle zayıflamaya çalışan insanların neden sürekli “aç gezer” durumda olduğunu anlamak çok zor değil!!!

Burdan çıkan sonuç, yani kıssadan hisse…

“Açlık hissetmeden zayıflamak istiyorsanız, düşük karbonhidratlı, yüksek proteinli, yüksek yağ oranlı yiyeceklerle beslenin. Ancak tükettiğiniz proteinlerin yüksek kalitede olmasına ve de yağların omega-3 yağ asitlerinden zengin olmasına özen gösterin. Bu da bol miktarda balık, yeşil yapraklı sebze, az yağlı süt ve süt ürünleri, fındık, badem, ceviz ve de tam tahıllı ekmek demek.”

Leave a comment

Filed under hormonlar, obezite

Açlık ve Tokluk Hormonları

Rejimden sonra hemen geri aldığınız kilolarınız için “açlık ve tokluk” hormonlarınızı suçlayabilirsiniz!

İştahımızı kontrol eden hormonlardan biri olan “ghrelin” hormonu mide tarafından salgılanır ve beyine yemek yeme zamanı geldiğini hatırlatır.

Yağ hücreleri tarafından salgılanan “leptin” hormonu ise yemek yemenin sona ermesi için beyine sinyal verir. Bu iki hormona, vücudun iştahı “açma-kapama”düğmeleri demek yanlış olmaz.

“Ghrelin” hormonu, her yarım saatte bir beyine “yemek yemeye başla” sinyali verir. Aç olduğumuzda ya da rejim yaptığımızda, bu sinyalin şiddeti önemli oranda artar. Eninde sonunda pes eder ve yemek yemeye başlarız.

Leptin hormonu ise tam tersine çalışarak, beyine yemek yemeye son vermesi yönünde sinyal verir. Ancak bu sinyal, açlık sinyali kadar şiddetli çalışmadığı için çoğunlukla beyin tarafından gözardı edilir. Çocukluk çağından beri kafamıza kazınan “tabağındakini bitirme” alışkanlığı ve de yemek sonrası tatlı yeme alışkanlığı nedeniyle, bu hormonu gözardı etmek yüzünden leptin hormonuna karşı olan hassasiyetimizi yitiririz.

Rejim yoluyla kalorileri azaltmak ise, açlık hormonunu güçlendirirken, tokluk hormonunu daha pasif hale getirir. Çünkü vücut eski dengelerine ulaşmaya çalışır.

Bazı insanlar, doğuştan leptin hormonunu az salgılar halde dünyaya gelirler. Yani bu insanlar yeterli yemek yemelerine rağmen, tokluk hormonu olan leptin’i az salgıladıkları için çocukluktan itibaren obez olmaya yatkınlık gösterirler. Yapılan araştırmalar, bu tür insanların dışardan leptin hormonuyla desteklendiklerinde normal kiloya döndüklerini gösterdi. Ancak bu demek değildir ki tüm obez insanları leptin hormonu enjekte ederek zayıflatabiliriz! İnsanlar üzerinde yapılan deneyler gösteriyor ki, obez insanların çok büyük bir kısmı gerçekte gereğinden fazla leptin hormonu üretiyor. Bu tür insanlardaki temel sorun, leptin eksikliğinden ziyade, vücut hücrelerinin leptin hormonuna direnç göstermesi. Bu durum tıpta “leptin rezistansı” olarak adlandırılıyor. Eğer hayatınız boyunca hep fazla kilolarınızla savaş verdiniz, verdiğiniz her kiloyu fazlasıyla geri aldıysanız, büyük ihtimalle “leptin rezistansı” oluşturdunuz demektir.

Leptin hormonu obezite sorununun yanısıra kalp hastalığı, şeker hastalığı, kemik erimesi, bağışıklık sistemi hastalıkları, üreme sistemi hastalıkları ve erken yaşlanmanın ortaya çıkmasıyla da yakından ilintilidir. Kontrol altına alınamayan leptin hormonu seviyeleri, vücutta enflamasyon öncesi biyo-kimyasal maddelerin üretilmesine neden olarak yukarıda saydığım kronik hastalıklara zemin hazırlar. Aslında leptin hormonu kalp sağlığı için kolesterol seviyelerinden daha önemlidir ancak pek çok hekim ya bunu bilmez ya da gözardı eder. Bunun nedeni büyük ihtimalle, leptin rezistansını ortadan kaldıracak bir ilacın henüz piyasaya sürülmemiş olması.

Henüz eczane raflarında leptin sorununu çözecek bir ilaç olmayabilir ama, ilaçtan daha etkili ve de tamamen doğal bir çözüm var!!! Omega-3 yağları ve zeytinyağı ağırlıklı beslenme şekli.

Leptin rezistansına neden olan besinler karbonhidrat içeren besinlerdir, yani ekmek-makarna-mantı-şeker-nişastalı besinler. Bu tür yiyecekler leptin rezistansına yol açmanın yanısıra, insülin rezistansına da neden olurlar. “İyi yağlar” dediğimiz Omega-3 ve zeytinyağında bulunan monounsaturated yağlar ise leptin rezistansını kırarak, vücut hücrelerinin “tokluk hormonu” olan leptin’e tekrar hassasiyet oluşturmasına neden olurlar. Bu da, yeterli kaloriyi alınca yemek yemeyi bırakmamız demektir.

2008 yılında Amerikan Journal of Physiology’de yayımlanan araştırma sonuçlarına göre, ağırlıklı olarak fruktozla (meyve şekeri) beslenen fareler hızla leptin rezistansı geliştirdiler.  Bunun nedeninin, bu tür şekerlerin leptin hormonunun beyinle olan bağlantısını bozması olduğu anlaşıldı.  Yani kişi yeterli oranda leptin hormonu üretse bile, bunun çok azı beyne ulaşabiliyor. Bu da günümüzde fruktoz şurubu katılan içecek ve yiyeceklerle beslenen çocukların neden ileri yaşlarda obezite sorunuyla karşı karşıya olduğunu açıklıyor.

Leptin seviyelerini arttırmanın diğer yolu da “uyumak”.  Yapılan araştırma sonuçları gösteriyor ki, 6 saat ve altında uyumak vücutta leptin hormonu seviyelerini azaltmakla kalmıyor, aynı zamanda karbonhidratlı besinlere karşı olan iştahı da arttırıyor. Bunu kırmak için de, sabah kahvaltısının mutlaka protein ağırlıklı olması öneriliyor. Çünkü proteinli besinler çok daha uzun süre tokluk yaratıyor.

Leave a comment

Filed under hormonlar, obezite

İnsülin Hormonu=Şişmanlık Hormonu

Eğer insanları şişmanlatan insülin hormonu ise neden bazı insanlar hep zayıf kalabiliyor? Hepimiz insülin salgılıyoruz ama bazılarımız hayatları boyunca hiç şişmanlık problemiyle karşı karşıya kalmıyorlar.

Bu sorunun yanıtı: hepimizin kilo almaya karşı genetik yatkınlığımızın farklı olması.

Vücuttaki hiçbir hormon tek başına, vakum içinde etki göstermez. Tüm hormonlar, hücrelerin içinde ya da dışında görev yapan pek çok enzimin etkisi altındadır. Bu da, hormonların vücudun her dokusunda farklı etki göstermesine neden olur. Mesela hücre zarında bulunan LPL enzimi hücreye yağ çekerken, HSL enzimi hücreden yağ salımına neden olur.

İnsülin hormonu, vücuda giren kalorinin vücudun değişik bölümlerine nasıl dağılacağına karar verir. Her yemekten sonra, insülin ve insülinin kontrolü altındaki LPL enzimi, toplam kalorinin vücudun nerelerine, hangi oranda dağılacağını, hangi miktarın hemen enerji olarak harcanağını, hangi miktarın depo edileceğini belirler. Eğer insülin, alınan kalorinin büyük bölümünün depolanması yönünde talimat verirse, şişmanlamaya yatkınlık oluşur. Eğer insülin alınan kalorinin büyük kısmının hücreler tarafından enerjiye çevirip kullanılması yönünde direktif verirse, zayıf kalmaya yatkınlık oluşur.

Tam anlamıyla aynı şeyi aynı miktarda yiyen iki insan farklı oranlarda insülin salgılar. Bazı insanlar, daha fazla insülin salgılamaya genetik olarak daha yatkındırlar. Bu durum, bu insanların diğerlerinden daha fazla kilo almalarına ve vücutlarının daha fazla yağ depolamasına neden olur. Eğer az insülin salgılayan biriyseniz, muhtemelen hayatınız boyunca kilo sorunu yaşamıyorsunuz demektir.

Diğer önemli unsur da, vücudun hücrelerinin insüline ne kadar hassas olduğu ya da insüline ne kadar direnç gösterdiğidir. Bu durumun tıbbi tanımı insülin rezistansıdır.

Daha çok insülin salgılandıkça, zaman içinde hücrelerin insüline direnç gösterme eğilimi artar. Hücreler insüline direnç gösterince, yani kandaki şekeri hücre içine almayı rededince, pankreas daha fazla insülin salgılamaya başlar. Bu da, aynı miktarda şekeri kandan temizlemek için  daha fazla insülinin pankreas tarafından salgılanmasına yol açar.  Gereğinden fazla salgılanan insülin de, vücudun daha fazla yağ depolamasına neden olur.

Diğer önemli faktör de, farklı vücut hücrelerinin insüline farklı tepki göstermeleridir. Yağ hücreleri, kas hücreleri, karaciger hücreleri değişik zamanlarda ve değişik oranlarda insüline karşı direnç oluşturabilirler. Yani aynı miktardaki insülin değişik hücreler üstünde farklı etkiler yaratır. Vücudun hangi dokularının insüline ne kadar oranda direnç göstereceği kişiden kişiye değişir.

Hücre insüline ne kadar hassas ise, daha çok şekeri hücre içine çeker. Eğer bu hücre kas hücresiyse, şekerin bir kısmını enerji olarak kullanır, bir kısmını daha sonra kullanmak üzere depolar. Eğer bu hücre yağ hücresiyse, şekeri yağa çevirir ve böylelikle yağ depolarını arttırır. Bu demektir ki, eğer kas hücreleri insüline hassas ise ve de yağ hücreleri insüline direnç gösterirse, kişi daima zayıf kalır. Çünkü alınan kalorinin büyük kısmı direk olarak enerjiye dönüştürülür ve hemen kullanılır. Eğer bunun tersine kas hücreleri yağ hücrelerine oranla insüline daha fazla direnç gösterirse, alınan kalorinin büyük kısmı vücutta yağ olarak depolanır.

Vücut dokularının insüline karşı olan hassasiyeti, yaşlandıkça azalır yani yaşlandıkça, insan dokuları insülini reddetmeye başlarlar. Ancak bu rezistans ilk önce kas hücrelerinde oluşur. Yağ hücreleriyse, insüline çok daha uzun süre hassasiyetlerini korurlar. Genel kural olarak, yağ hücrelerinin kas hücrelerinden her zaman daha fazla insüline hassas olduğunu söyleyebiliriz. Bu demektir ki, gençliğinizde zayıf ve aktif bile olsanız, yaşlandıkça kas hücreleriniz insüline daha fazla direnç gösterdiğinden, aynı kiloda kalmayı başarmakta zorlanırsınız. Bu da pek çok insanın neden yaşlandıkça daha çabuk kilo aldığını açıklıyor.

Yaşlandıkça, besinlerden alınan kalorinin daha fazlası yağa dönüştürülür, daha az miktari enerji olarak kullanılır. Bu nedenle pek çok insan orta yaşlarına ulaştığında aynı kiloda kalmakta zorluk çeker çünkü kas hücreleri insüline olan hassasiyetlerini kaybederler. Bu durumda kandaki şeker, yağ hücreleri tarafından yağa çevrilmekten başka bir alternatif bulamaz. İnsüline direnç oluşturmanın yanısıra, başka sorunlar da cereyan etmeye başlar. Tansiyon yükselir, iyi huylu kolesterol düşerken, kandaki yağ miktarı (triglyceride) artar. Alınan kalorinin büyük kısmı yağ depolarında saklandığı için, vücut günlük fiziksel aktivite ihtiyaci için gereken enerjiyi bulamaz. Azalan enerjiyle beraber, vücut hücreleri daha yavaş çalışmaya başlar ve vücudun metabolizma hızı düşer. Yani, metabolizma oranı şişmanlık nedeniyle yavaşlar. Sanılanın aksine, metabolizmamız yavaşladığı için şismanlamayız, aksine şişmanladığımız için metabolizmamız yavaşlar.

Günümüzde daha fazla sayıda çocuk daha erken yaşlarda kilo sorunuyla karşılaşmakta. Hatta yeni doğan bebekler eskiye oranla daha büyük ve kilolu dünyaya gelmekte. Çok kilolu anne babaların çok kilolu bebekleri olmakta çünkü insülin salgılanması ve hatta insüline direnç geliştirme eğilimi genlerle kontrol edilmekte. Anne karnındayken yüksek oranda kan şekerine maruz kalan bebeklerin pankreası daha fazla insülin salgılayan hücreler oluşturur. Böylelikle bu bebeklerin pankreası, ileriki yıllarda daha fazla insülin salgılamaya programlanır. Anne karnındayken daha çok insülin salgılayan bebek, kan şekerinin büyük kısmını yağa çevirmeye meyilli olur. Böylelikle bebek, vücudunda normalden daha fazla yağ hücresiyle dünyaya gelir ve ileri yaşlarda da bu eğilim devam eder. Obez annelerin, şeker hastası annelerin ve hamilelikte gereğinden fazla kilo alan annelerin daha büyük ve daha kilolu bebekler dünyaya getirmelerinin ana nedeni budur.

Leave a comment

Filed under hormonlar, obezite

İnsülin Yüksek Kaldığı Sürece Kilo Vermenize Olanak YOK

Acı ama gerçek…pasta-börek-kurabiye demek, vücutta yağ depolamak demek:( Günümüzde milyarlarca dolarlık “diyet endüstrisi” kafayı az yağlı ürünlere takmış durumda ama, işin aslı karbonhidratta yatıyor. Yağı azaltılmış ürünler piyasaya sürmek, ticari açıdan çok daha avantajlıdır çünkü:

– Yağlar çabuk bozulur. Bu nedenle yüksek yağ içeren ürünlerin raf ömrü çok kısadır.

-Yağlar, karbonhidratlara kıyasla çok daha maliyetlidir. Ürünün fiyatını önemli derecede etkilerler.

-Tüketicilere “yağın vücutta yağ yaptığına” inandırmak çok daha kolaydır. İnsan üstünkörü gözle baktığında dünya da düz görünüyor:)

Peki karbonhidrat içeren bir şey yediğimizde vücutta neler olur? 

Sindirim sırasında karbonhidratlı besinler parçalanarak, glukoz adı verilen kan şekerine dönüştürülürler. Yemekten sonra yükselen kan şekerini kontrol altında tutmak için, pankreas insülin hormonu salgılamaya başlar. Bu önemli hormon, vücut hücrelerine kandaki şekeri absorbe etmeleri yönünde sinyal verir. Hücreler, kandan aldıkları şekerin bir kısmını enerji kaynağı olarak hemen kullanırlar, fazlasını da gelecekte kullanmak üzere depo ederler. Kas  hücreleri, ekstra şekeri “glycogen” adı verilen moleküle dönüştürerek depolarlar. Yağ hücreleri de, ekstra şekeri yağ olarak depolarlar. Böylelikle kan şekeri düşmeye başlar.

Kandaki insülin oranı, yenilen yemeklerdeki karbonhidrat oranıyla direk olarak bağlantılıdır. Ne kadar çok karbonhidrat tüketirsek, vücudumuz o kadar çok insülin salgılar. Yenilen karbonhidratın kalitesi ve miktarına bağlı olarak, pankreasın salgılayacağı insülin seviyesi belirlenir. Bu da demek oluyorki, vücudumuzun yağ tutmasının tek nedeni yediğimiz karbonhidratlardır. Çünkü insülin hormonu vücutta yağ depolamak üzere çalışır.

Olay başından sonuna şu şekilde gerçekleşir:

1-      Karbonhidrat içeren bir şeyler yemeyi düşünürsünüz

2-      Vücut insülin salgılamaya başlar (daha yemeden)

3-      İnsülin, yağ depolarından enerji salımını bloke eder çünkü ilk öncelik kan şekerini düşürmektir. (Yüksek kan şekeri tüm organ sistemleri için büyük risk teşkil eder)

4-      İnsülin salgılandıkça ve yağ hücrelerinden enerji açığa çıkarılması engellendikçe,  daha fazla açlık hissetmeye başlarsınız

5-      Ve sonunda karbonhidratlı bir şeyler yemeye başlarsınız

6-      Daha fazla insülin salgılamaya başlarsınız

7-      Yenilen karbonhidratlar, sindirilerek glukoza çevrilir ve kandaki şeker oranı hızla artar

8-      Daha fazla insülin salgılanmaya başlarsınız

9-      Yemekle yenen ve kana karışan yağ molekülleri, enerji kaynağı olarak kullanılmadan, direk olarak yağ depolarına atılır, çünkü ilk öncelik kan şekerini düşürmektir. Kanda serbest dolaşan şeker, vücudun hücreleri tarafından enerji kaynağı olarak kullanılmak üzere, hücre içlerine alınır. Böylece kandaki şeker düşmeye başlar. Ancak hücreler tarafından alınmayan ekstra şeker, direk olarak yağa çevrilerek yağ depolarına gönderilir

10-   Yağ depoları böylelikle her yemekten sonra biraz daha artar

11-   İnsülin seviyesi düşmediği sürece, yağ hücreleri yağ depolarında saklı tutulmaya devam eder

Bu kısır döngüyü durdurmanın bir yolu var mıdır?

Eğer ekstra yağ depolarımızdan kurtulmak ve zayıflamak istiyorsak, yapmamız gereken ilk öncelikli şey, insülin hormon seviyemizi düşürmekten ibarettir. Bu da sadece ve sadece, karbonhidratlı besinleri diyetten çıkarmak ya da önemli derecede azaltmakla gerçekleşebilir. İnsülin seviyesi sürekli yüksek olduğu sürece vücudun yağ depolarının enerji kaynağı olarak kullanılması sözkonusu olamaz. Eğer bunu yapamazsak, yani tükettiğimiz karbonhidratlı besinler nedeniyle kandaki insülin seviyemiz sürekli yüksek olursa, mevcut yağları yakamamanın yanısıra, aldığımız extra karbonhidratları da yağa çeviririz.

Bu demektir ki, sıfır yağlı karbonhidrat ağırlıklı bir diyetle de beslenseniz kilo alırsınız çünkü ” fazla karbonhidrat her zaman vücutta yağa çevrilir”. Üstelik yağsız diyetler, yağda çözünen vitaminlerden (A, D, E, K)  yoksun kalmanıza da neden olur. Pek çok hormon yağ asitlerinden sentezlendiği için de, hormonal dengesizliklerle baş etmek zorunda kalırsınız. Süpermarket raflarında binlerce yağı azaltılmış ancak nişasta ve yapay şeker oranı arttırılmış yüzlerce “diyet bisküvileri, krakerleri vs.” ler cirit atıyor. Bunların hepsi tüketicinin gözünü boyamak amacıyla piyasaya sürülüyor çünkü “üstünkörü bakıldığında dünya düz görünüyor”. Değil mi?

Leave a comment

Filed under hormonlar, obezite